“Hidrojen bombasını anlatmışsın, tam anlamadım”

Yıldıray Oğur

Geçen hafta Türkiye’de dikkatleri pek çekmeyen haberi Belarus devlet haber ajansı Belta geçti.
Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko, Brest bölgesine ziyareti sırasında, Rusya’nın Belarus’a yerleştireceği nükleer silahların yarıdan fazlasının ellerine ulaştığını ve ülkenin çeşitli yerlerine dağıtıldıklarını söyledi:

“Nükleer silah güvenliktir. Fakat Tanrı korusun da bu silahları kullanmamız gerekmesin. Her şeye rağmen bunun olmamasını diliyorum. Bizler barışçıl insanlarız. Yaptığımız şey silahlarla oynamak değil, ancak ülkemizi korumak için her an hazırlık yapıyoruz.”

Rusya’nın Batı’daki son kalesi Belarus’a yerleştirdiği İskenderlerin hedefi tabii ki NATO müttefiki ülkeler.

Peki, Lukaşenko’nun dediği gibi Tanrı korusun bir gün o silahları kullanmaları gerektiğinde cevap nereden gelecek?

Tabii ki ABD’nin NATO müttefiki ülkelere yerleştirdiği taktik nükleer bombalardan.
Şu saat itibarıyla Avrupa’daki NATO müttefiki beş ülkedeki altı üssse 150 nükleer bomba var.
Bu ülkeler; Almanya, Hollanda, Belçika, İtalya ve Türkiye.
Bu taktik nükleer bombalar 1963'te Küba Füze Krizi’nden sonra Oppenheimer’ın kurduğu Los Alamos’ta üretilmiş B61 taktik nükleer bombalar.

Jetlerin atabildiği bu bombalar 1968 yılında stoklara girdi ve 1969 yılından itibaren de Avrupa’daki NATO üslerine yerleştirilmeye başlandı.
1971 yılında Avrupa’daki üslerdeki taktik nükleer bombaların sayısı 7 bin 300’e çıkmıştı.
Sovyetlere cephe ülke Türkiye’de Adana İncirlik, İzmir Çiğli, Ankara Mürted ve Balıkesir’deki üslerde taktik nükleer bombalar bulunuyordu.

Sayının azalmaya başlaması 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında nükleer bombalara sahip iki NATO üyesi Türkiye ve Yunanistan’ın karşı karşıya gelmesiyle başladı.

Dönemin ABD Savunma Bakanı, nükleer bombaların anahtarını elinde tutan Amerikalı subaylarla görüşmek istedi. Gizliliği kalkan Amerikan belgelerine bakılırsa bu pek de kolay olmadı.
İkinci kriz Şubat 1975'de ABD Kongresi Türkiye askeri yaptırım uygulama kararı alınca Demirel hükümetinin İncirlik ve İzmir’deki NATO üsleri hariç ABD askeri tesislerini kapatınca yaşandı.

Gizliliği kalkan ABD Başkanı Ford’un olduğu bir Oval Ofis güvenlik krizi toplantısı kayıtlarına bakılırsa, ABD önce bir sorun olduğunu söyleyerek nükleer bombalarını çekmeyi düşündü. Bu arada üslerin kontrolünü Türk askeri ele alırken nükleer başlıkların olduğu bir üstün olduğu bölgeye birkaç Türk’ün girdiği” haberleri geldi.

Talimata göre dışarıyla bağlantı kesildiği anda nükleer bombayı koruyan Amerikan askerinin yaklaşan yabancıları vurma yetkisi vardı. Bu daha büyük ve tehlikeli demekti. Talimatın değiştirilmesi tartışıldı. Sonra “Türk hükümetinin olgun davranması” karşısında nükleer bombaların çekilmesinden vazgeçildi.

Türk askeri 1978’deki ambargo kalkıp üsler ABD’ye verilene kadar nükleer bombaların depolandığı alanlara hiç yaklaşmadı.

80’lerdeki ABD-Sovyet yakınlaşması ve 91’de Demir Perde’nin çökmesi sonrası Avrupa’daki nükleer bombalar azaltılmaya başlandı.

Bu kapsamda ABD, 1996’da Ankara Akıncı ve Balıkesir’deki nükleer bombalarını İncirlik Üssü’ne nakletti.
Bombalar 2005 yılına kadar burada bekledi ve o yıl Amerika’ya yani evine geri döndü.

Bu arada ABD, 2001’de Yunanistan’dan, 2006’da da İngiltere’den bu ülkelerin isteği üzerine nükleer bombalarını geri çekti.
2001’de Türkiye’de 90 nükleer B61 tipi taktik nükleer bomba varken bu sayı 2011’de 70’e düşmüştü.

En büyük krizlerden biri 2016 darbe girişimi sırasında yaşandı.
Darbecilerin yakıt ikmal uçakları için kullandığı üssün elektrikleri günlerce kesildi, üs komutanı Türk albay darbeden tutuklandı. ABD’nin güvenlik nedeniyle nükleer bombalarını Romanya’ya gönderdiği iddia edildi.

Ama daha sonra iddialar yalanlandı.

Uzun yıllardır ABD’nin nükleer stokunu, bilgi edinme hakkını kullanarak takip eden ve raporlayan Prof. Dr. Hans Kristensen’ın 2017 ve 2019’da sivil Maxar uydularından elde ettiği görüntülere bakılırsa çekilmesi için bazı tatbikatlar yapılsa da üssle hala nükleer bombalar var.

Türkiye’deki nükleer bombaların geri çekilmesi ile ilgili ABD yönetimine yönelik en ciddi iç kamuoyu baskısı 2019’da geldi.
2019’da Trump’ın izin vermesiyle Türkiye’nin PYD kontrolündeki bölgelere askeri operasyon yapması sonrası ABD’de Türkiye karşıtlığı Demokratlarla, Cumhuriyetçileri birleştiren bir ulusal pozisyona dönmüştü.

Türkiye’nin artık güvenilir bir müttefik olmadığı tezinin alıcısının çok olduğu günlerde bir tartışma da başlamıştı:

Peki ya Türkiye’deki nükleer silahlar?

Türkiye’de iç siyasette de çok tartışılan Biden’ın seçim kampanyası sırasında New York Times’a söylediği “muhalefete destek vermeliyiz” sözleri de aslında New York Times’ın bütün Demokrat başkan adaylarına sorduğu standart nükleer bombalı Türkiye sorusunun cevabıydı:

“Erdoğan'ın davranışları göz önüne alındığında ABD'nin Türkiye'de hala nükleer silah bulundurması konusunda kendinizi rahat hissediyor musunuz?”

Aynı günlerde 2019’da ünlü Amerikan dış politika dergisi Foreign Policy’de “Türkiye uzun süredir nükleer rüyalar görüyor” başlıklı bir makale çıktı.

İçindeki analizler bir tarafa makalenin esas ilginç kısmı gizliliği kalkan 26 Eylül 1966 tarihli bir Amerikan gizli telgrafının yayınlanmasıydı.

Washington’daki Dışişleri Bakanlığı’na telgrafı yazan dönemin ABD Büyükelçisi Parker T. Hart’tı.

Telgrafın başlığı; “Atom silahları geliştirmeye Türklerin ilgisi”ydi

Hart, ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'ndeki maden ataşesi Clarence Wendel'in "güvenilir" bir Türk bilim adamıyla buluşmasından elde ettiği bilgileri aktarıyordu.

Büyükelçi bilgiler çok önemli olduğu için özel olarak göndermek istediğini yazmıştı.

Gizli telgrafa göre bir TÜBİTAK çalışanı, ABD Ankara Büyükelçiliği maden ateşesi ve bilim uzmanı Clarence Wendel'den randevu istemiş ve yarım saat içinde de konsolosluğa gitmişti.

Tübitakçı Türk kaynak, Amerikalı ateşeye bir gece önce, MTA Genel Müdürü Sadrettin Alpan'dan öğrendiği bir bilgiyi aktarmıştı.

Alpan’ın verdiği bilgiye göre dönemin kudretli generallerinden Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Refik Tulga, Alpan'dan, nükleer bomba geliştirilmesi projesinde, kendisi ve ODTÜ Fizik Profesörü Ömer İnönü ile ile işbirliği yapmasını istemişti.

Telgrafa göre “Bu bilginin askeri ve politik olarak gizli olduğunun farkında olan TÜBİTAK personeli, bu projenin Türkiye'nin bilimsel ve ekonomik kaynaklarının çoğunu yutacağından kaygılı olduğu için” gidip Amerikalı ateşeye yetiştirmişti.

Hart, Türkiye'nin nükleer silahlanma konusunda kararlı olduğu konusunda kuşkuluydu, ancak Türkiye'nin bölgede nükleer silahlanma yarışının hız kazanması durumunda bir acil durum planı hazırlıyor olabileceğini düşünüyordu.

Aslında ABD’nin o yıllarda nükleer konularında esas kaygılandığı müttefiki Fransa’ydı.

Peki ya Türkiye de Fransa’yı takip edebilir miydi?

Büyükelçi Hart, bu ihbarı destekleyen bazı verileri de telgrafa yazmıştı:

"Türkiye'nin İstanbul'da 200 mega-watt'lık bir nükleer reaktör planlandığına dair tekrarlanan iddiaları", “düşük dereceli cevher yataklarında 300 ila 600 ton uranyum rezervinin stoklanması” ve "atom enerjisinin barışçıl kullanımına ilişkin ikili anlaşmanın uzatılması görüşmeleri sırasında Türk müzakerecilerin geciktirme ve pazarlık taktikleri, ki bu da esas olarak koruma sorumluluğunun ABD'den Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na devredilmesiyle ilgiliydi."

Fakat telgrafta Amerikalıları esas endişelendirmesi gereken bilgi ise hatalı yazılmıştı.

Ama ona geçmeden son maddeyle yani atomun barışçıl kullanımıyla ilgili kısa bir parantez açmak gerek.

Bir taraftan nükleer savaş teknolojisini ilerleten ABD, 1954’den itibaren de “Barış için Atom” programını başlatmıştı.

1955 Mayıs’ında ABD, pek çok müttefik ülke ile birlikte Türkiye ile de atom enerjisinin barışçıl amaçlarla kullanımı için bir işbirliği anlaşması imzaladı.

Anlaşmaya göre Amerikan yönetimi nükleer araştırma reaktörleri konusunda Türkiye ile işbirliği yapacak ve bunun için 6 kilodan daha fazla olmamak şartıyla Türkiye’ye %20 zenginleştirilmiş Uranyum verecekti.

Menderes hükümeti, 1957’de Türkiye’nin ilk maden mühendisi Sadrettin Alpan başkanlığında Atom Enerjisi Komisyonu’nu kurdu. 1960’da Maden Tektik Araştırma’nın başına gelen Alpan, Türkiye’de uranyum rezervleri bulunmasına öncülük etti.

Küçükçekmece Gölü kenarında kurulan atom reaktörü 1962 yılında açıldı.

Her ne kadar şimdi resmi sitesindeki hikayesinde “06/01/1962 tarihinde saat 19:14’de TR-1 reaktörü “kritik olmuş”, 27/05/1962 tarihinde Cumhurbaşkanının katılımı ile resmi açılışı yapılarak Merkezin kuruluşu tamamlanmıştır” denip üzerinden atlansa da merkezin kurulması için esas gerekli olan 4 kilo uranyum ABD’den 21 Eylül 1961’de Türkiye’ye getirilmişti.


Parantezi kapatıp, 1966 yılına ait Amerikan belgesine geri dönelim.

Okuyan her ortalama Türk okurun fark edebileceği gibi ODTÜ Fizik’te profesör olan İnönü, Ömer değil Erdal’dı.

Aslında, 50’lerin ilk yıllarında Kayalıbay olarak bilinen cinayet davasının sanığı ve 1972’de Deniz Gezmişlerin bırakılması için kaçırılan bir uçağın yolcusu olmak dışında gözlerden ırakta yaşamış Ömer İnönü de İTÜ’den mühendis olarak mezun olduktan sonra 1945 yılında dönemin en iyi üniversitelerinden CALTECH’e yüksek lisansa gitmiş, nükleer, kuantum fiziği alanlarında dersler almıştı.

1947’de Ankara Fizik’ten mezun olan kardeşi Erdal İnönü de yüksek lisans için CALTECH’i seçti ve ağabeyinin yanına gitti.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasıydı.

ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atmıştı. Stalin ise Türkiye’den toprak istiyordu.

Cumhurbaşkanı İnönü, bir taraftan ABD ve İngiltere’nin desteğiyle Rusları dizginlemeye çalışırken, diğer taraftan da ABD’deki oğullarıyla mektuplaşıyordu.

Can Dündar, bu mektupları “Canım Erdalım, Sevgili Babacığım : Erdal İnönü - İsmet İnönü Mektuplaşmaları” kitabında biraraya getirdi.

28 Ekim 1947 günkü mektubunda İsmet İnönü, oğullarına şöyle yazmıştı:

“Ruslarla Sarper’in çekişmesini nasıl buldunuz? Dostlarımız bizi iyi desteklediler. Doğrusu memnun oldum.”


İki kardeş bir süre beraber dersler gördüler. İkisi de Atomic Physics dersini A ile geçmişti.

Kuantum mekaniği gibi hiç bilmediği bir alanla karşılaşmak Erdal İnönü’yü heyecanlandırmıştı.

İkinci dönem aldığı The Theory of Electrons dersini ise çok sevmişti.

ABD’den babası İnönü’ye yazdığı mektupta dersi aldığı hocayı anlatmıştı:

“Enstein diye yaşlı bir Rus Yahudisi veriyor. Yirmi beş senedir Amerika’da; meşhur teorik fizik profesörü. Aramız iyi, geçen term’de verdiği dersten A almıştım.”

Kitapta ve mektuplarda "Enstein" diye geçse de bu hoca Einstein değil. Einstein, 30'larda Caltech'teydi. 47'de Princeton'daydı. Muhtemelen bahsedilen Rus Yahudisi fizikçi Paul Sophus Epstein.

Bir süre sonra derslerini bitiren Ömer İnönü, onları ziyarete gelen Pamukların arabasıyla (Orhan Pamuk’un babası ve amcası) üniversiteden ayrılıp, Türkiye’ye doğru yola çıktı.

Yalnız kalan Erdal İnönü ise nükleer ve atom çalışmalarının ortasında dersler almaya devam etti.

Baba-oğul İnönüler arasındaki mektupların en hararetli konularından biri de atom ve hidrojen bombalarıydı. İsmet Paşa özellikle Türkiye’yi tehdit eden Sovyetlerin atom bombası geliştirip geliştirmediğini merak ediyordu.

26 Eylül 1949 tarihli mektupta oğluna şöyle yazmıştı:

“Rusların atom bombasını bulmuş olmaları günün en mühim havadisi. Derler ki bu daha chain reaction (zincirleme reaksiyon) safhasıdır işin. Bu sahfanın bomba, yani silah haline gelmesi için de seneler lazımdır. Bir İngiliz hava generalinin bana söylediği fikir veya tahmindir bu. Bilmem sen dersin?”

Erdal İnönü’nün kitapta olmayan mektupta babasının merakını giderdiği anlaşılıyor.

Ama İsmet Paşa, ilerleyen mektuplarda hal hatırdan sonra oğlundan daha fazla ayrıntı istedi:

“Ömer bu sabah Time dergisinde bana atom bahsine (Rusların patlattıkları bombaya) sair bir makale gösterdi. Beraber okuduk. Enteresan, senin dediğin gibi chain reaction devrinin geçildiği anlaşılıyor. Fakat Gaseous diffusion sistemi ile electromagnetic separation usullerinin farkını anlatıyor. Senin dediklerinden anladığımı teyit eden bir mana çıkardım. Kalite farklı ile stok farkı kalacağa benziyor. Sizin laboratuvar çalışmasında kaçağı bulup bulmadığınıza dair bir işaret bekliyorum.”

İnönü’nün teknik tabirlere aşinalığı dikkat çekiciydi.

Bahsettiği laboratuvardaki kaçağın, daha sonraki mektuplarda bulunduğu anlaşılıyor ama o kaçağın ne olduğu ise tam anlaşılmıyor.

Peki, Erdal İnönü’nün çalıştığı CALTECH’teki labaratuvarda ne yapılıyordu?
Mektuplardan Erdal İnönü’nün Manhattan Projesi’nde ve Donanma’nın füze çalışmalarında çalışmış Danimarka asıllı fizikçi Charles C. Lauritsen’in yönettiği bir laboratuvarda çalıştığı, üzerinde çalıştıkları aletin de Donanma için yapıldığı anlaşılıyor.

Bu askeri aletin de Charles Lauritsen’in fizikçi oğlu Thomas Lauritsen’ın başkanlığında geliştirildiği anlaşılıyor:


“Biraz labaratuvar çalışmalarımızdan bahsedeyim. Şimdi uğraştığımız başlıca mesele, aletteki iyon kaynağının verimini yükseltmek…”

“Bizim evde, fizik doktorası yapan bir çocuk vardı, benden eski. Civardaki bir askeri fabrikada iş buldu. Ne yapacağını söylemiyor, gizli.; radar gibi bir şey de çalışacak sanırım. Öğrendim ki son senelerde doktora alan tanıdığım 8-10 fizikçi bu fabrikada ve başkalarında hükümet için gizli araştırmalar yapmaya angaje edilmişler… Çok uğraştıkları duyulan bir mesele atom enerjisini uçakla, roketlere, jetlere tatbik etmek… … Bizim Savunma Bakanlığı’nın üniversiteye göre parası çoktur, o da bizim fizikçileri çalıştırmayı düşünüyor mu acaba? Bilmem söylemiş miydim bizim aletin parasını da Donanma veriyor ama yaptığımız iş gizli değil.”

Bu arada Amerika’da Edvard Teller’ın öncülüğünde hidrojen bombası çalışmaları başlamıştır.

İnönü’nün birlikte çalıştığı Lauritsenler pasifist olmamalarına karşın hidrojen bombasına karşıdır.

İsmet Paşa, mektuplarında bundan bahseden oğlundan hidrojen bombasıyla ilgili bilgi ister:

“Smog üzerine tafsilat veriyorsun. Ömer de tabirini anlatmıştı…Bir şey öğrenmiş oldum. Şimdi gazetelerde Amerika’ya atfedilerek hidrojen bombasından bahsediliyor. Bugünkü bir havadise göre bunun kuvveti atom bombasından yüz defa daha ziyade imiş. Bu bombanın mahiyeti hakkında bana birkaç satır yazabilir misin?”

Cevap gecikmez. Hidrojen bombasının ayrıntılı bir tarifini yazar Erdal İnönü:

Ama seçimlere aylar kala bu meselelere merak salmış İsmet Paşa için biraz karışıktır bu anlatım:

“Hidrojen bombası hakkında çok kıymetli malumat veriyorsun. Tam anlamadım. Ömer ile okuyacağım.”

Erdal İnönü, CALTECH’ten bir başvuruyla 1950 yılında Princeton’a geçer.

Amerika’nın en ünlü teorik fizikçilerinden Eugene Wigner’dan kabul almıştır.

Einstein’ın 1949’daki 70’inci doğum gününde Wigner solunda, Oppenheimer sağında

Wigner, Leo Szilard ve Edward Teller’in da içinde olduğu Macar Yahudisi teorik fizikçi bir ekibin parçasıdır. Hepsi sıkı anti-Nazi ve anti-komünisttir.

1939 yılında Leo Szilard ve Eugune Wigner, Nazilerin nükleer bomba çalışmalarından endişe duyarak ünlü fizikçi Enstein’ı ziyaret edip ve onu o ünlü mektubu yazmaya ikna etmişlerdi.

Truman’a hitaben yazılan ve Nazilerin nükleer bombayı bulan ilk ülke olmaması için harekete geçmeye çağıran Einstein-Szilard imzalı mektup Oppenheimer’ın başında olduğu Manhattan Projesi’nin başlamasını sağlamıştı.

Wigner, doğrudan Manhattan Projesi’nde yer almasa da nükleer bomba çalışmalarına teorik destek vermişti.

Daha sonra vatandaşı Teller’ın hidrojen bomba çalışmalarına da…

1950 yılında Erdal İnönü, Wigner’in yanına Princeton’daki Palmer Fizik Laboratuvarı’na gittiğinde, Princeton’un İleri Araştırmalar Enstitüsü’nün başında da Oppenheimer vardı.

Yayınlanan mektuplarda İnönü’nün Princeton’da Oppenheimer ile karşılaşıp karşılaşmadığı hakkında bir bilgi yok.

Ama genç İnönü’nün, yaşlı Wigner ile birlikte ne yaptığı biliniyor. Çünkü ortaya "Grupların indirgenmesi ve gösterimi üstüne" adlı Wigner-İnönü grup indirgenmesi diye matematiksel fiziğin temel kavramlarından olmuş bir makale çıktı.

İnönü, makalesinin yayınlanmasını beklemeden Türkiye’ye döndü ve Ankara Üniversitesi’nde fizik doçenti oldu.

İnönü, 1957 yılında bir kez daha ABD’ye gitti.
Bu kez “Barış için Atom” projesinin bursiyerlerinden biri olarak.

Erdal İnönü, Princeton Üniversitesi’nde ve Manhattan Projesi’nin parçası olarak kurulan atom ve nükleer çalışmaların merkezlerinden Oak Ridge Labaratuvarı’nda iki yıl çalıştı.

O yıllara ait mektuplar kayıp olduğu ve İnönü de anılarında bu laboratuvarda iki yıl ne yaptığıyla ilgili çok fazla bilgi vermediği için İnönü’nün Oak Ridge yılları hakkında fazla bir şey bilmiyoruz.

Aynı yıllarda Barış için Atom bursiyerlerden biri olarak ABD’ye gidenlerden biri de ünlü fizikçi Feza Gürsey’di. İnönü’nün yakın arkadaşı olan Gürsey’e, Oppenheimer’ın 1962’de yazdığı mektup geçen haftalarda yayınlanmıştı:

“T.D.'den, (Nobelli Çinli fizikçi Tsung-Dao. Y.O) önümüzdeki yıl bir yılı burada karşılayabileceğinizi öğrendim. Umarım öyledir. Sizden haber aldığımda meslektaşlarıma danışacağım ve olumlu düşüncelerimizi kağıda dökeceğiz. Kısa süre sonra tekrar gelmeniz bana doğru görünüyor. İkinize de samimi, iyi dileklerimle."

Mektup ODTÜ’de Gürsey’in eline geçtiğinde, Fizik Bölümü’ndeki hoca arkadaşlarından biri de Erdal İnönü’ydü.

ABD dönüşü, ODTÜ’nün mütevelli heyetinin de başında olan MTA başkanı Sadrettin Alpan’ın da teşvikiyle İnönü, ODTÜ’de çalışmaya başlamıştı.

1966’da Tübitak çalışanı Türk’ün Amerikan elçiliğine yetiştirdiği ihbarı ikna edici yapan arka plan böyleydi.

Erdal İnönü, 1966’da nükleer bombalar konusunda Amerikalıların bile endişe edebileceği kadar donanıma sahip bir fizikçiydi.

Buna uranyum yatakları bulmaya özel önem veren MTA Başkanı Sadrettin Alpan ve ihtiraslı bir milliyetçi asker olan Refik Tulga da eklenince şüphelenmek için nedenler artıyor.

Ama Türkiye kendi nükleer bombalarını yapmadı.

Erdal İnönü de bu birikimine rağmen sosyal demokrat, barışçıl bir siyasetçi ve düşünce insanı olmayı tercih etti.

Türkiye’nin soğuk savaş yılları ve 70 yıldır birlikte yaşadığı nükleer bombaları ise hala üzerinde pek konuşulmayan sırlar olarak kaldı.

Ama neyse ki ABD Türkiye’den şeffaf bir demokrasi. Bu sayede bilgi edinme hakkını kullanarak ABD’nin nükleer programıyla ilgili çalışmalar yapan bir kurumun başında bulunan Hans M. Kristensen, her yıl Türkiye’deki nükleer bomba sayısını açıklıyor. Tahmini son rakam 20-30 arasında.

Ama son 20 yıldır Türkiye, taktik nükleer bombalar taşıyan uçaklara izin vermiyor. Yani İncirlik son 20 yıldır bir nükleer bomba deposu.

Yani Belarus’taki İskenderlerin kırmızı düğmesine basıldığında cevap İncirlik’ten gelmeyecek.

Ama Türkiye’de devletin resmi belgelerini 50 yıl sonra açıklama gibi bir gelenek olmadığı için pek çok başka konu gibi soğuk savaş yılları da sır olmaya devam ediyor.
Milli şef İnönü’nün ailesinin devletten daha şeffaf olduğu açık.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (18)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.