Bugünkü köşemi eski adı Silivri, yeni adı Marmara olan meşhur cezaevinden gelen bir mektuba ayırıyorum.
Mektubu yazan Gezi Davası’ndan 18 yıl hapis cezası alan ve dosyası diğer isimlerle birlikte Yargıtay’ın önünde olan Hakan Altınay.
Altınay, gazetecilerin, siyasetçilerin yakından tanıdığı ünlü bir liberal sivil toplumcu, düşünce insanı.
2007’de şimdi AK Parti milletvekili, rektörü olan isimler Cumhuriyet Mitingleri’nde canhıraş konuşmalar yaparken, Osman Kavala, Çiğdem Mater ile birlikte Hakan Altınay da 27 Nisan e-muhtırasına karşı eylemlere, çağrılara destek veriyordu.
O günlerde başörtüsü yasaklarını savunanlar bugün AK Parti sıralarında, gazete köşelerinde yer alırken, bu yasaklara karşı çıkmış Kavala, Mater, Altınay, YÖK’ü dinlemeyip Bilgi Üniversitesi’nin kapılarını başörtülü öğrencilere açan Yiğit Ekmekçi hükümeti devirmeye çalışmak gibi büyük suçlamalarla karşı karşıya…
Hakan Altınay ile hiç karşılaşmadık ama siyasi tartışmalarda sık sık karşı karşıya geldik.
Bunlara bugünden baktığımda bir kısmında Altınay haklıydı.
2008’de Açık Toplum Vakfı’nın yaptığı Binnaz Toprak’ın koordinatörlüğünde Nedim Şener ve Tan Morgül’ün görüşmelerini yaptığı Mahalle Baskısı Araştırması’nı eleştiren yazılar yazmıştım.
Sonra 2010’da Balyoz haberi sonrası Altınay ve şimdi aynı davadan 7 yıldır hapiste olan Osman Kavala ile birlikte 83 yaşında 28 Şubat Davası’ndan hala hapiste olan Çetin Doğan’ın damadı Doni Rodrik’in daha sonra haklı çıkan itirazlarını duyurdukları bir toplantıyı organize etmişti.
O günler için cesur bir adımdı bu.
Bunu hatırlayanlara, yargılandıkları iddianamede ve son Yargıtay tebliğnamesinde olmayan bağlantılarla FETÖ’ye bağlanmaya çalışmaları daha da trajikomik geliyordur.
Üstelik bu bağlantı için Türkçe Olimpiyatları’na gönderilmiş bir satırlık telgraf, bir dershane öğretmeniyle tek satırlık tape bile delil olarak gösterilemiyor.
Ama insanın ağzını hayretten açık bırakacak türden benzerlik bulma çabalarıyla yapılıyor bu:
“İlkokul mezunu emekli bir vaiz maaşıyla 1999 yılından itibaren bir çiftlik evinde ikametin katı koşullarına tabi, ismine üniversite kürsüleri bulunan örgüt liderinin, ABD’ye gidişiyle birlikte FETÖ/PDY’nin geçirdiği süreçlerin George Soros ve Açık Toplum vakfının paralellik arz ettiği, el ele yürüdükleri, sanık Mehmet Osman Kavala ile Ali Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mine Özerden’in de başından sonuna bu sürecin içinde yer aldıkları…”
Fakat en trajik olanı bu da değil.
2001 Türkiye’deki kurucusu geçen yıl hayatını kaybeden Can Paker olan Açık Toplum Vakfı’nda profesyonel yöneticilik yapan Hakan Altınay, Türkiye’nin AB üyeliği için bugüne kadar yapılmış en faydalı lobicilik faaliyetini organize eden kişiydi.
Onun girişimiyle eski Finlandiya Cumhurbaşkanı, eski İtalya Dışişleri Bakanı, eski Fransa Başbakanı’nın da aralarında olduğu isimlerle kurulan Bağımsız Türkiye Komisyonu (Akil İnsanlar), Avrupa başkentlerinde Türkiye için lobi yapmıştı, defalarca da Ankara’ya gelmiş ve Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ile görüşmüşlerdi.
2012’de Altınay’ın yöneticiliğindeki Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye’nin AB adaylığını destek için kurduğu Finlandiya Cumhurbaşkanı Ahtisari’nin başkanlığındaki Akil İnsanlar grubunun Brüksel’deki toplantısını izlemek için davet edilmiştim.
Gezi olaylarından aylar sonra bile Açık Toplum Vakfı’nın organizasyonuyla bu Akil İnsanlar Heyeti Ankara’da devletin bütün yetkilileriyle buluşmuşlardı.
Ama bugün Hakan Altınay, 2013’ün ekim ayında bile AB üyeliği için lobi faaliyeti yaptığı hükümeti, aylar önceki Gezi olaylarında yıkmaya çalışmakla suçlanıyor.
Ve işin en tuhafı iddianameyi okuyunca Hakan Altınay’ın bırakın Gezi’yi organize etmeyi, Gezi Parkı’nı bir kere gezip eve dönmek dışında Gezi Olayları’na hiç katılmadığı da görülüyor.
Gezi’ye katılmak tabii ki suç değil. Yüzbinlerce insanın katıldığı bir eylemi, bu davadan önce adını dar bir çevre dışında pek az insanın bildiği, küçük salonlardaki elit toplantılar dışında pek bir organizasyonu görülmemiş Osman Kavala’nın organize ettiğini iddia etmek için bu dünyanın bayağı dışından olmak gerekir.
Ama herhalde Gezi eylemlerine hiç katılmamış birine bile Gezi olaylarını organize edip, hükümeti devirmeye çalışmaktan ceza verilmesi absürtlüğün zirvelerinden biri.
Üstelik delil yerine farazi akıl yürütmeleri ile dolu iddianamelerde bu suçlamalar bir zamanlar AK Parti iktidarının da karşısındaki bloktan sık sık duyduğu sert bir ulusalcı diskur eşliğinde yapılıyor.
AK Parti iktidarının hararetle destek verdiği Arap Baharı’nı bile dış güçlerle, komployla açıklayan iddianamelerden sonra bu konuda zirve Yargıtay Başsavcılığı’nın hazırladığı tebliğname.
Dava temyiz için Yargıtay’ın önünde ve bu temyiz aşaması için Yargıtay Başsavcılığı geçen aylarda hukuken rutin bir tebliğname hazırladı.
Normalde bu tebliğnameler Yargıtay üyelerine davayı değerlendirmeleri için rehberlik etmek üzere yazılıyor. Bir bağlayıcılığı yok.
Ama bu tebliğname, modası yıllar önce geçmiş ulusalcı tezlerin, sık sık ve sebepsiz Atatürk’ten alıntılarını ard arda dizildiği AK Parti kapatma davasına ya da Aydınlık gazetesinde çıkmış uzun bir köşe yazısına benziyor.
Mesela tebliğnamede yer alan Atatürk’ün hangi bağlamda söylendiği belirsiz şu sözüyle başka birileri de başörtüsü yasağını meşrulaştırabilir:
“Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar uygar ve düzenli toplumları Devletleri yıkarak anarşi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır…”
Ya da ne dediğini anlamak için epey sabır ve gayrete ihtiyaç duyulan şu paragrafla ülkedeki bütün sivil toplum örgütleri, vakıfları kapatmak mümkün:
“Kendi ulusal bağımsızlığını koruyarak insan olmanın gereği hak ve özgürlüklere sahip olmanın yöntemi, sade halka demokrasi işlerinden anlamayan olarak bakıp yabancı eli mi aramaktır? Bu kadar hukukçusu, siyaset bilimcisi, tarihçisi olan ülkemizde, halkların daha ileri hak ve özgürlükleri elde etmeleri için yapılacaklar konusunda operasyon niteliği öne çıkan ve bunu yerel güçlerle ilerleten STK’lar için şu soruların cevaplanması gerekmektedir. Hangi saikle (İbn Haldun; geçim yolları, mülk bahsindeki ) buradaki geçim yolu ve yönetme motivasyonu nedir? Herkesin ben daha demokratik bir ülke için faaliyet gösteriyorum dediğinde demokratik faaliyet olduğunu nasıl, hangi kriterlere göre değerlendirebiliriz. Yani demokrasinin gereklilikleri ile ulusal rejimlerin bağımsızlığı arasındaki ince sınır nerede başlayıp nerede bitmelidir? Pragmatik olarak her aktör bu iddiayla sahaya indiğinde, sosyolojik olarak belli bir zaman ve mekan içerisinde meydana gelen olay ve olguların, yaratılan algılardan başka olarak teşhisi nasıl konulacaktır, öznel 7übjektif bakış açısının dışına çıkarak öznellikten arıtılmış salt gerçeklik nedir bunun belirlenmesi gerekmektedir.”
Bir grup insanı hapiste tutmak için o kadar tuhaf bir gayretkeşlikle karşı karşıyayız ki Yargıtay tebliğnamesinde, suçlamaları meşrulaştırmak için Atatürk’ün 1922’de İstiklal Harbi’nin ortasında Amerika’nın negatif bir adımına karşı verdiği bir muhtıra bile tarihin tozlu raflarından indirilmiş.
“Atatürk’ün 1922 tarihli muhtırasına bakmamız yeterlidir” gibi iddialı bir cümleyle 100 yıl önceki özel bir durumda verilmiş bir muhtıra suçlamalar arasına girivermiş:
“…ekonomik amaçla bilim ve insanlık yararı görüntüsü ile yurdumuza gelip istila (işgal) hazırlamak için etnik toplulukları gerek hükümete gerek birbirine karşı kışkırtmak…buna izin vermek çocukları yaşayacakları çevreye düşman ya da hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve yaşayacakları çevre ile çatışmak zorunda bırakmaktır. Bu ise, gerek o çocukların, gerek içinde yaşayacakları halkın yıkımını hazırlamaktır. Bunu yasaklamak hükümetin görevidir. Bundan dolayıdır ki, Amerikalılarca örnek çiftlik vb. kurumlar kurup, buralarda kendi uyruğumuzdan olan binlerce çocuğun, Türk hükümetine ve ulusuna karşı sevgisiz ve uyumsuz duygularla yetişmelerine izin veremeyiz…”
Bu alıntı şu cümleyle bitiyor:
“Yüz yıl sonra dahi gerçekliğini koruyor olması Büyük Atatürk’ün, dehasıdır.”
Delillerin yüzyıl öncesinden getirildiği, karşınıza Atatürk’ün çıkarıldığı bir davada yargılanmak hiç de kolay değil.
Halbuki Atatürk, bu muhtıradan bir yıl sonra da şartlar değişince ABD’li Chester grubuna demiryolu imtiyazı vermişti. Lozan’da Amerika, Türk tezlerine yakın durmuştu.
Aynı mantıkla bu muhtıradan 8 yıl sonra Atatürk’ün ABD Büyükelçisi’nin yanında Amerikan halkına övgü dolu seslenişi onu da davanın sanıklarından biri yapabilir.
İnsanların hayatlarının söz konusu olduğu bir dava, amatör tarih tartışmaları için pek de uygun bir zemin değil sanki!
Osman Kavala’nın gücünü abartan bir grubun komplo teorileriyle başlamış, kapanmış Açık Toplum Vakfı’nda şimdi ikisi de vefat etmiş Can Paker-İshak Alaton arasındaki egosantrik iç kavgaların hesaplaşma arenasına döndürülmüş, büyük iddialarla başladığı için geri de dönülemeyen, AB ilişkilerini yeniden canlandırmak isteyen Türkiye’nin ayağına dolanmış bu anlamsız, temelsiz davanın 7 yıl sonra artık bitme zamanı gelmedi mi?
İnsanların ömürleri hapishanede geçiyor.
Hakan Altınay, hapishaneden yazdığı mektupta hala nazik bir üslupla bu absürtlüğün hakkındaki kararın onama için önünde olduğu Yargıtay’dan dönmesini umut ettiğini söylüyor.
Onun kadar adalet duygusu olanlara ulaşması için bu çarpıcı mektuptan bir bölümü buradan da yayınlıyorum.
“Yıllardır devam eden Gezi davasına dair Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın görüşünü 7 Temmuz 2023’te öğrendik. Bu yargılamadaki bir çok belge gibi savcılık tebliğnamesi de ibretlik bir metin. Bu iddiamı temellendirmek için kendi durumumdan örnekler vermek isterim:
Tebliğname benim bir zamanlar Açık Toplum Vakfı ile irtibatım olduğu için İsrail yanlısı ve Batı’nın etki ajanı olduğumu söylemekle suç ithamında bulunuyor ve suçlu olduğumun kanıtlanması için böyle söylemenin yeterli olduğu kanısında. Ben Batı’nın etki ajanıysam eğer niçin;
Mavi Marmara meselesinde Türkiye’nin tepkisi yerden göğe haklıdır diye yazı yazdım?
Türkiye’nin Brezilya ile birlikte İran’ın nükleer programına Batı yaptırımlarının gelmesini engelleme çabalarını destekledim?
Nasıl oldu da Financial Times gazetesine Obama insan hakları hukuku profesörü gibi konuşup Dick Cheney gibi davranıyor diyebildim?
Başsavcılık veya Savcı Bey dosyaya sunduğumuz bu olguları araştırarak “suçu şahsileştirmek” ya da cevap vermek zorunda hissetmiyor.
Savcı Bey olağanüstü bir kolaycılıkla benim AK Parti karşıtı olduğumu iddia ediyor. Muhalif olmanın kendi başına suç ithamı yapılmasının vahimliğini bir kenara koyalım, Savcı Bey şu soruları sorma ihtiyacı hissetmiyor:
Eğer AK Parti karşıtıysam, niçin 27 Nisan muhtırası, 367 kararı, kapatma davası gibi hamlelere itiraz ettim?
Eğer ben AK Parti karşıtıysam, kurucusu ve yöneticisi olduğum Boğaziçi Avrupa Siyaset Okulu’na şimdiki Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz, Başbakan eski Yardımcısı Sayın Tuğrul Türkeş, eski ve güncel bakanlardan Sayın Mehmet Özhaseki, Sayın Nabi Avcı gibi isimleri neden çağırdım, onlar niye geldi? Okul’un AK Partili, IHHli, MHPli mezunları niçin bu davaya itiraz ediyor?
Bu soruların da hiçbir cevabı yok tebliğnamede. Tebliğnamenin en berbat iftiralarından bir tanesi ise benim ile FETÖ arasında bir ilişki olabileceği tezi. Tebliğnamede böyle bir ima var ama şunlar yok:
FETÖ’nün Selam Tevhid dosyası aracılığıyla yasadışı dinlediği kişilerin başında benim geldiğimin mahkeme kararlarıyla sabit olduğu yok;
17-25 Aralık sonrası New Yorker dergisine “hiçbir toplum böyle güçlü bir oluşumun bu kadar gayrisaydam olmasını kabul etmez” dediğim yok;
15 Temmuz sonrası Türkiye’yi yalnız bıraktığınız ve üstelik Gülen’in Le Monde, Washington Post gibi gazetelere “Türk muhalif” nitelendirmesine ses çıkarmadınız eleştirisini The Economist’te yaptığım yok.
Gelelim Gezi’ye ...
Mahkemede defaten söyledim: Ben Gezi’ye katılmadım. Bu basit gerçeği kimseye duyuramadığım için, 4 ay önce şöyle bir davette bulunmuştum: Gezi’de bomba, mermi, taş ya da slogan attığımı veya başkalarına bunları atmayı telkin ettiğimi gösteren bir tek belge, fotoğraf ve tanık bulabilene istediği ödülü vereceğim. Tek bir kişi bile ortaya çıkmadı.
Ben mizaç olarak talepkarlığı değil muhabbeti önemseyen birisiyim.
Gezi özelinde parti binalarına saldırının suç olduğunu, bazı muhafazakarların Gezi’den sahici, samimi bir endişe duymasına Gezi’ye taraftar olanların saygı duyması gereken bir olgu olduğunu, Gezi’yi fazla maksimalist bulmanın meşru ve makul bir görüş olduğunu yazdım.
Savcı Bey’in Gezi anlatımına konu ettiği Mi Minör, Occupy/İşgal, Otpor/Canvas, Beşiktaş Çarşı Grubu, Taksim Dayanışma, Taksim Platformu, Garaj İstanbul, mahalle forumları ile en küçük bir ilgimin olmaması da iddia makamını ilgilendirmiyor anlaşılan.
İddia makamının bu kadar sorumsuz davranmasının çeşitli sonuçları oluyor:
Ben 16 aydır, ya da neredeyse 500 gündür, ailemden, sevdiklerimden, işimden ayrı kalıyorum;
Yargıya olan güven sadece yurt içinde değil, yurtdışında da yitiriliyor. 15 Temmuz’u çözümlemek ve cezalandırmak için gereken uluslararası adli dayanışma aksıyor;
Darbe denemeleri gibi yaşamsal tehditlere hayatları pahasına direnen Ömer Halisdemir ve benzerlerinin insanüstü fedakarlıklarına gölge düşüyor.
Saygılarımla,
Ali Hakan Altınay Marmara Cezaevi”