Bir zamanlar dünyanın ve Türkiye’nin magazin gündeminin kalbi Buckingham Sarayı’nda değil, Gülistan Sarayı’ında atıyordu.
Soyluluk, zenginlik, güzellik, aşk entrika deyince insanların aklına İngiliz Kraliyet ailesi değil, İran şah ailesi gelirdi.
Özellikle de iki kadının adı:
Kraliçe Süreyya ve Farah Diba.
Televizyonda kadın programlarının başlamasına yarım asır varken o yıllarda Türkiye’de kadınlar ikiye bölünmüştü: Süreyyacılar ve Farahçılar.
Bir de daha küçük bir azınlık olan Fevziyeciler vardı.
Kraliçe Fevziye, soylu Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya uzanan Mısır Hidiv ailesinden gelen Mısır Kralı I. Fuad’ın güzelliği dillere destan kızıydı.
18 yaşında, 20 yaşındaki İran’ın veliaht şahı Muhammed Rıza Pehlevi ile evlenmişti.
Evlilik ile İslam dünyasının Sünni ve Şii iki soylu ailesi birleşmişti.
Çiftin Şehnaz adlı bir kızları oldu. Bir yıl sonra da babası Rıza Şah, İngiliz ve Ruslar tarafından sürgüne yollanınca genç veliaht prens 22 yaşında İran’ın şahı oldu.
Kraliçe Fevziye, dünya magazin dergilerinin kapaklarını süslüyordu. Güzelliği film yıldızlarıyla kıyaslanıyordu.
Ama Şah Kraliçe’den bir erkek veliaht istiyordu.
Kraliçe Fevziye Şah’a bir erkek evlat veremediği gibi Mısır’a göre geri kalmış olan İran’dan ve Şah’ın Gülistan Sarayı’na kadar giren sevgilileriyle kendisini aldatmasından sıkılmıştı.
Evliliklerinin altıncı yılında Mısır’a kaçtı.
Şah 26 yaşında kızıyla birlikte dul kalmıştı.
1951 yılında 32 yaşındayken ona neslini devam ettirecek bir erkek çocuğu verecek yeni bir eşle evlendi.
Süreyya, 1951'de İran Şahı Rıza Pehlevi ile evlendiğinde sadece 16 yaşında idi.
İranlı soylu bir ailenin kızıydı. Aslında ailesi baba Şah’ın hışmına uğramış, üyeleri kurşuna dizilmiş bir aileydi.
Süreyya’nın Şah ile evlenebilmesi için kağıt üzerinde yaşı büyütülmüştü.
Çok güzeldi. Düğünde üzerinde 600 elmas olan Dior’un bir gelinliğini giymişti.
İlk andan itibaren dünya medyasının gözdesi olmuştu.
Tabii ki Türkiye’deki gazete ve dergilerin de.
Bütün dünyada ve tabii Türkiye’de genç kızlar Kraliçe Süreyya’nın görkemli ve parıltılı hayatına gıpta ile bakıyordu.
1956’da Şah ve Kraliçe’nin Türkiye gezisiyle bu hayranlık büyümüş, Süreyya Türkiye’nin en popüler kız bebek isimleri arasına girmişti.
Ama kısa sürede Süreyya’ya karşı olan hayranlık hisleri acımaya evrildi.
Çünkü Süreyya’nın çocuğu olmuyordu.
Dünyanın her yerinde doktorlar ve alternatif tedaviler de çare etmemişti.
8 yıl sonra 24 yaşındayken genç Kraliçe’ye kumalık teklif edildi.
Şah’ın erkek veliahtına kavuşmak umuduyla evleneceği üçüncü isim 21 yaşındaki Farah Diba’ydı.
Ama Süreyya bu teklifi kabul etmeyerek Saray’ı terk edip Avrupa’ya gitti. Şah ve Süreyya boşandılar.
40 yaşındaki Şah da Farah ile evlendi.
Bu entrikalı aşk hikayesini soluksuz izleyen dünya Süreyyacılar ve Farahçılar olarak ikiye bölünmüştü.
Türkiye’de ise zavallı Kraliçe Süreyya’nın uğradığı haksızlık yüzünden kadınlar en az onun kadar güzel Farah Diba’dan ise nefret etmişlerdi.
Farah ise Kral’a uğruna üç kez evlendiği bir veliaht prens ile birlikte biri erkek iki kız evlat daha verdi.
Şah ailesi nihayet mutluluğu yakalamışken, İranlılar açlıkla sınanıyordu.
Ama aynı İran Ortadoğu’nun Türkiye’den sonraki en laik ülkesiydi.
Yani bugünlerde Türkiye’de zannedildiği gibi İran’ın sorunu bir Atatürkleri olmaması değildi.
Tam tersine, İran’ın bizzat kendine model olarak Atatürk’ü alan bir liderleri olmuştu;
Muhammed Rıza Pehlevi’nin babası Şah Rıza Pehlevi.
Modern, Batılı, seküler bir monark olan Rıza Şah, Atatürk’ün izinden gitmişti.
Atatürk, 1926’da Medeni Kanunu yayınlamış, Rıza Şah iki yıl sonra çok benzer bir Medeni Kanun hazırlatmıştı.
Aynı yıl Türkiye’den hemen sonra İran da İtalyan Ceza Kanunu’ndan esinlenen laik ceza kanununu kabul etti.
Atatürk, 1926’da Şapka Kanunu’nu ilan edip şapkayı zorunlu yaptı, İran’da da 1928’de siperlikli, kısa şapkalar olan Külah-ı Pehlevi zorunlu oldu.
Hatta Rıza Şah bir adım daha ileri gitti.
26 Ocak 1929’da Meclis’ten geçirdiği “İran Vatandaşlarının Kıyafetlerini Ülke İçinde Düzenleme Yasası ile kadınların ve erkeklerin geleneksel kıyafetler giymesini yasakladı.
Yasaklar, Rıza Şah’ın 1934 Haziran ayında yaptığı Türkiye ziyaretinden sonra iyice katılaştı.
Atatürk ile birlikte özel trenle Ankara, Eskişehir, Kütahya, Afyon, İzmir, Balıkesir, Çanakkale ve İstanbul’a uzun bir seyahat yaptılar.
Şah Rıza Atatürk devrimlerinin sonuçlarından, özellikle şapka devriminden çok etkilendi.
Devrimlerin uygulanması konusunda da Atatürk’ün kararlılığını bizzat müşahede etmişti.
Özel trenleri Uşak’a vardığında istasyonda kendisine dokunan sarıklı bir adama “Bu adam elime dokunmaya nasıl cüret eder” diye bağırıp, yerel idarecileri görevden almasına bizzat şahitlik etmişti.
Şah Rıza, geziden ülkesine döner dönmez İran’da fötr şapka takmayı zorunlu hale getirdi, kanuna uymak istemeyenler ücretsiz izne çıkarıldı.
1936’da bir adım daha atıldı ve 8 Ocak 1936 kadınlara çarşaf, peçe, başörtüsü yasaklandı.
Buna da “keşf-i hicab” dendi ve bu tarih Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlandı.
Yasak çok sert uygulandı.
İhbar mekanizmaları kurulmuş, Şah sık sık memurları eşleriyle birlikte resepsiyonlarda ağırlamaya başlamış, uygulamaya direnenler ağır cezalara çarptırılmıştı.
Farah Diba, hatıratında o yılları anlatır:
“Köktendinci ve aydınlık düşmanı bir kısım mollalar bundan hemen rahatsız olmuşlardı. Daha 1936 yılında kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmasını isteyen Rıza Şah, çarşaf giyilmesini yasaklayarak, ruhban sınıfının şimşeklerini üzerine çekmişti. Çelik gibi iradeli bir insan olarak Şah bununla da yetinmemiş, tam da kendi doğasına uygun olarak daha ağır bir karar alıp polise, yasaya uymayanların çarşaflarını yırtma emri vermişti.”
Nihayet bu baskı bir noktada patladı. 1935’de Meşhed’de bir camide başlayan protestolarda dört günde 150 kişi öldü, gösterilerde Şah için “Yeni Yezid” sloganları atıldı.
1941’de İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere yakınlaşan Rıza Şah’ın Nazi ordusuna petrol ikmali sağlamasını engellemek isteyen müttefik İngiliz ve Rus güçleri İran’a girdi, Şah sürgüne yollandı ve yerine oğlu Muhammed Rıza Şah’a geçirildi.
Muhammed Rıza Şah devrinde yasaklar hafifletildi.
1953 yılında Başbakan Musaddık’ın CIA ve İngiliz istihbaratının tertiplediği darbeyle devrilmesinden sonra Şah Batı’nın yeniden gözdesi olmuştu.
1963 yılında Şah, Beyz Devrim adlı yeni bir Batılılaşma hamlesi başlattı.
İçinde toprak reformu, eğitim hamlesi, sigorta sistemi kurmak gibi sosyal adımlar vardı. Bütün dünyada ise en çok 1963’de İranlı kadınlara oy verme hakkı tanınması takdir toplamıştı.
Ama Şah ortada oy verecek parti bırakmamıştı.
Aşk entrikalarıyla gündemden düşmeyen Şah ailesi dünya sosyetesinin gözdesi iken, İran muhalif uçan kuş bile uçurulmayan hapishaneleri işkence merkezine dönmüş, eğitimli insanları ülkeden kaçtığı, insanların yarı aç yarı tok yaşadığı bir diktatörlüktü.
Ama Batı’nın bölgedeki en güvenilir müttefiki, laik bir diktatörlük.
Şah ailesi şatafat, lüks, israfla birlikte, dinsizliği ve zorbalığı da temsil ediyordu.
Genç ve güzel Kraliçe Farah Diba, bu çarpıklığın sembolü haline gelmişti.
Bu manzara karşısında İran’da doğal olarak iki muhalefet güçlendi: Tarihsel olarak büyük bir gücü elinde bulunduran Ayetullahların başını çektiği muhalefet ve TUDEH’in başını çektiği sol muhalefet.
Şah ailesinin zorbalığı, şatafatı ve zoraki modernleşmeciliği İran Devrimi’ne giden yolun taşlarını döşedi.
Devrimden sonra yasaklara tepkiler yeni yasakları getirdi, İran halkı bu iki rövanşın, toplum mühendisliğinin arasında kaldı.
Nihayet kurulan bu dini diktatörlüğün son kurbanı da genç bir kadın oldu.
Türkiye’de her kesimden bu zorbalığa tepkiler yağıyor.
Sanatçılar, yazarlar, gazeteciler ve siyasetçiler sosyal medya hesaplarından direnişin görsellerini paylaşıyorlar.
Aralarında Meclis’e giren başörtülü vekili “Dışarı” diye kovalamış ya da bu linçe destek yazıları yazmış, Cumhurbaşkanı’nın eşi başörtülü olmasın diye meydanlara koşmuş, başörtülü kızların üniversiteye girmesine izin veren bir yasa yüzünden iktidar partisi kapatılmaya çalışılırken alkışlamış, yıllar süren bu korkunç ayrımcılığa karşı sesini çıkardığı görülmemiş isimler de var.
Halbuki Türkiye de daha düşük yoğunluklu olarak bu rövanş döngüsünü yaşıyor.
Ama İran’a bakınca hala meselenin İslamcıların başının yeterince ezilmemiş olmasını zannedenler bunun çok farkında görülmüyor.
Yine de daha hem dindar hem de laik kesimden zorbalığın iki türüne karşı da mesafe almış insanların sayısı her geçen gün artıyor.
Şimdi İran isminin başında prens ve kraliçe yazmayan başka bir genç kadının dramıyla dünyanın gündeminde.
Sokaklarda haklı ve öfkeli kalabalıklar var.
1950’lerin sonunda İran’a bakınca Süreyyacılar ve Farahçılar olarak bölünen dünya, bugün bütün olarak Mahsa’nın ve onun için mücadele edenlerin yanında.
Ama İranlılar ilk kez sokağa çıkmıyor ve ilk kez de elleri boş evlerine dönmeyecek.
Çünkü hala ortada elle tutulacak bir alternatif yok.
Alternatiflerden biri Şah‘ın doğması için üç kadınla evlendiği ve babasının adını verdiği veliahtı Rıza Pehlevi.
Her akşam Amerikan Cumhuriyetçilerinin kanallarına çıkıp, rejimin devrilmesi için Batılı ülkelere yalvarıyor.
83 yaşındaki Farah Diba da Paris ve Washington’da lüks hayatını sürdürüyor. Hala güzel ve soylu görünüyor.
O da sık sık Batılı dergi ve gazetelere konuşuyor, İran’daki molla rejimini eleştirirken, Şah ailesinin Batı’nın desteğiyle tekrar ülkenin tepesine oturtulmasını savunuyor.
Yani hikayenin tamamını bilen İranlılar için seçenekler çok fazla değil…