“Bütün mesele emperyalist güçlerin Yugoslavya'yı parçalamak istemesinden çıktı. Müslümanlar buna alet olmamalı. Begoviç zannediyor ki, savaş devam ederse dünya kamuoyu müdahale edecektir. Tek oynadığı kâğıt uluslararası güçlerin müdahale etme provokasyonu. Bu anlamsız bir şey... Türk halkı aldatılmamalı. Yanlış bilgilendirilmemeli. Sırp halkı Müslümanların düşmanı değildir. Olayların suçlusu Bosna'daki Müslüman liderlerdir."
1 Mart 1993 günü Hürriyet gazetesine bir röportaj veren Sırbistan Cumhurbaşkanı ve Sırbistan Sosyalist Partisi lideri Slobodan Miloseviç kendini böyle savunuyordu.
Hedefinde ise iki isim vardı. “Ülkesinin içişlerine karışan”, “Osmanlıcı”, “İslamcı”, “yayılmacı” bir lider dediği Cumhurbaşkanı Özal ve “emperyalistlerin oyuncağı” olmakla suçladığı Bosnalı Müslümanların lideri Aliya İzzetbegoviç.
Aynı tarihlerde Aliya Batılı başkentlerde dünyanın Bosna’ya müdahale etmesi için mekik dokuyor, Türkiye’deki Bosna mitinglerinde BM, Avrupa Birliği ve ABD Yugoslavya’nın içişlerine karıştığı için değil, Bosna’ya müdahale etmediği için yerden yere vuruluyordu.
Ancak iki yıl sonra 30 Ağustos 1995’de NATO Sırp mevzilerine hava harekatı düzenledi. “Tarihe Tanıklığım”da Aliya bu müdahaleden “yetersiz ama savaşın bütün akışını değiştiren bir müdahale” olarak bahseder.
Dört yıl sonra “emperyalistlere karşı vatanlarını savundukları”nı söyleyen Sırp milliyetçiler bu kez Kosovalı Arnavutlar’a saldırdılar.
Yine uzun süre katliamı ve zorunlu göçü izleyen NATO, 23 Mart 1999’da Belgrad’ı vurdu. Genelkurmay, Çin Büyükelçiliği, resmi televizyon binasının da hedef aldığı hava saldırılarında 58 kişi öldü.
NATO operasyonu yine Sırpların yanında duran Rusya, Çin’i ayağa kaldırdı. Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde sosyalistler “emperyalist saldırı” olarak operasyonu kınadılar.
Bazı İslam ülkeleri de NATO saldırısına karşı mesafe alınca Cenevre’de toplanan İslam Konferansı Örgütü zirvesine Aliya bir mesaj gönderdi:
“Öncelikle İKÖ’nün devam eden NATO harekatını çekincesiz desteklenmesini dilerim. Neredeyse bir milyon Arnavut evlerinden edildi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük beşeri trajedi yaşanıyor. NATO harekatı durursa suç cezasız kalacaktır ve yerlerinden edilen kişiler köylerine ve kentlerine hiç dönmeyecektir.”
Biraz daha ileri alalım.
3 Kasım 2002 seçimleri sonrası. Seçimleri AK Parti kazanmış ama AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan siyasi yasağı yüzünden Başbakan olamamıştı. Erdoğan’ın siyasi geleceği, Türkiye’de ordunun ve yargının bu seçim sonucunu sindirip sindirmeyeceği belirsizdi.
Seçimin hemen ardından Erdoğan Avrupa başkentleri ve Washington’a bir geziye çıktı. Herhangi bir resmi sıfatı yoktu ama gittiği bütün başkentlerde Başbakan gibi ağırlandı. Berlin’de Schroeder, Londra’da Blair, Brüksel’de AB Komisyon Başkanı Prodi ile görüştü. Üst düzey protokolle karşılandığı Beyaz Saray’da Başkan Bush’la bir araya geldi. Batı medyasına ve tvlerine röportajlar verdi. Dünyadaki bu kabul Türkiye’deki meşruiyet tartışmalarını bitirmişti ama ulusalcıları da çok kızdırmıştı. Erdoğan ve Ak Parti, bu yüzden emperyalistlerin Türkiye’deki projesi olmakla, Batılı ülkeler de Türkiye’nin içişlerine müdahaleyle suçlandı. Yıllarca Türkiye’de olan biten her olay bu resmi olmayan görüşmelerde verildiği iddia edilen tavizlere bağlandı.
Özellikle de bir kaç ay sonra Mart 2003’de ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’ı işgal etmesine imkan veren tezkere Meclis’e getirildiğinde.
O günlerde ABD’de yine Cumhuriyetçiler iktidardaydı. ABD’nin BM’deki temsilcisi de şimdi Trump’ın güvenlik danışmanı olan, şahin bir meczup olan Bolton’du.
Irak’ta kimyasal silah olduğu yalanını BM’de o savunmuştu. Neyse ki sağduyu galip geldi ve 100 AK Partili vekilin red oyu vermesiyle o tezkere reddedildi, Türkiye sonuçları yıkım olan o işgale ortak olmadı.
Biraz daha ileri saralım.
12 Aralık 2012. Fas’ın Marakeş şehrinde toplanan ABD, AB ülkeleri, Türkiye ve Arap ülkelerinin oluşturduğu ''Suriye’nin Dostları'' grubunun toplantısından radikal bir karar çıktı:
"Katılımcılar, Ulusal Koalisyon’u Suriye halkının meşru temsilcisi ve Suriye muhalefetinin altında toplandığı çatı örgütü olarak kabul eder... Beşar Esad meşruiyetini yitirmiştir ve sürdürülebilir bir siyasi geçişe imkân sağlamak üzere kenara çekilmelidir."
Muhaliflerin Suriye’de meşru iktidar olarak kabul edilmesi o günlerde iktidar ve medyasında büyük bir memnuniyetle karşılanırken, sol ve ulusalcı kesimler için bu Batılı emperyalistlerin Suriye’nin içişlerine müdahalesiydi.
Bu ‘emperyalist oyuna” karşı Şam’ın yanında duran ülkeler ise Rusya, Çin, İran, Küba ve Venezuela’ydı.
Yıllar sonra “emperyalistlerin Venezuela’nın içişlerine müdahalesi” ve muhalefeti meşru iktidar olarak tanımasına karşı Türkiye’nin yan yana geldiği ülkeler...
Bu olayların hepsinde pozisyonunu “emperyalistlere” karşı almış, dünyada Rusya, Türkiye’de ise galiba bir tek Perinçek grubu var.
Çünkü bu olayların hepsi birbirinden farklı. Hepsini birden “Emperyalistler” kelimesiyle açıklamak mümkün değil.
Bosna katliamına karşı dünyayı müdahaleye çağırmak, yalanlardan oluşan gerekçelerle Irak’ın işgaline karşı çıkmak, Türkiye’deki statükonun blokajını Batılı başkentlerin desteğini alarak kırmayı denemek, halkını katleden bir diktatörü gayrimeşru ilan etmeyi aynı “korkunç Amerika ve emperyalistler” klişesiyle açıklayamazsınız.
O yüzden bugün Venezuela meselesinde yeniden keşfedilmiş sihirli bir anahtar muamelesi yapılan “emperyalizm” de zorlanan kapıları açmıyor.
Türkiye’de farklı gruplarda popüler bir fikri ergenlik ve tembellik olan her şeyi her şeyi emperyalizm ve Batı karşıtlığıyla açıklama alışkanlığı, işimize gelmeyen, yüzleşemediğimiz meselelerden kaçmak için bir kısayol sunmasının yanı sıra bazen de karanlık, belirsiz, bizi kurban statüsüne sokan bir düşman üzerinden içeride birlik ve beraberliği sağlamaya yaramıştır.
Her iki açıdan da kısa vadede iş görmüş ama orta ve uzun vadede dünyanın gerçeklerini kaçırmaya, kendi sorunlarımızın üzerine bir şal örtmeye sebebiyet vermiştir. Ama en kötüsü bu ideolojik dar görüşlülük sadece anlamayı değil, doğru pozisyon almayı da engellemiştir.
Çünkü “emperyalist oyun” da sadece devletler ve büyük güçlere yer vardır, toplumların taleplerine, insanların haklarına, mağduriyetlerine ya yer yoktur ya da onlar bu büyük hikayeye ancak piyon, maşa rollerinde girebilirler.
Halbuki bir çeşit seyyar lunapark gibi oyunlarını ülke ülke gezdiren bir emperyalist oyun yok. Bütün ülkeler güçleri ölçüsünde çıkarları için mücadele ediyor. Bazen ahlaki pozisyonlar alıp, bazen sadece kuvvetlerini tokuşturup, çıkarlarının peşinden gidiyorlar. Ezeli ve ebedi olarak şer bir ülke ya da güç yok. Kötüler ve iyiler sık sık yer değiştiriyor. Ayrıca dünyada sadece devletler yok, toplumlar ve insanlar da var. Hiçbir ülke de dünyadan izole, asla içişlerine karışılmaz değil. Arakanlı Müslümanların meseleleriyle ilgilenince Myanmar’ın, Doğu Türkistanlıların sorunlarıyla ilgilenince Çin’in içişlerine karışmış oluyoruz ama o ülkelerdeki meselelerin sebebi bu değil.
Devletler arası güç mücadeleleri işimize geldiğinde ahlaki tavır, işimize gelmediğinde “emperyalistlerin oyunu”, ABD yaptığında “kötü”, Rusya yaptığında “iyi” ya da biz yaptığımızda “zafer” ve “büyük devlet refleksi”, başkası yaptığında “küresel güçlerin operasyonu” oluyorsa ortada başka sorunlar var demektir.
O sorunların cevabını da emperyalistlere en çok küfretme yarışlarıyla bulamayız.