17 Ağustos 1999 depreminde sadece apartmanlar, siteler, okullar, hastaneler, resmi binalar yıkılmamıştı. Toplumun hafızasındaki her şeye gücü yeten, her yere eli kolu uzanan güçlü devlet fikri de yıkılmıştı.
Yardım için deprem bölgelerine, sivil toplum örgütleri, sivil arama kurtarma timleri, belediyeler, dini cemaatler, öğrenciler, sivil halk hatta mafya bile devletten önce varmıştı.
Günlerce ortalıkta görünmeyen devlet üç gün sonra deprem bölgelerine ulaştığında ilk yaptığı iş ise sahada yerleşmiş sivil örgütleri ve gönüllüleri bölücü, yıkıcı, şeriatçı, amatör diye kovalamak oldu.
Ama cin şişeden çıkmış, devlet otoritesinin karşısında sivil toplum rüştünü ispatlamıştı.
Bize düşman denen ülkelerden bile Türkiye’ye akan kurtarma ekipleri, yardım konvoyları dört tarafımız düşmanlarla kaplı fikrini zayıflattı.
Devlet ve rejim, 17 Ağustos 1999 depremiyle çizilen karizmasını uzun süre tamir edemedi.
Belki de hemen ardından AB reformlarına, sivil toplumun sesine, değişim ve liberalleşme fikirlerine, yeni siyasi hareketlere alan açan da devletin sanıldığı kadar kudretli olmadığının ortaya çıkmasıyla oluşan bu özgüven ve artık bu statükonun sürdürülemez olduğu konusunda ortaklaşan kanaatler oldu.
Bu hissiyatla depremde 18 bin insanını kaybeden, şehirleri yıkılan Türkiye, bu yıkıntıların üzerine, yeni bir Türkiye inşa etmeyi başardı.
Böyle bir felaketin ardından, vatandaşların hakları ve özgürlüklerini artıran demokratikleşme paketleri, hızlanan AB adaylık süreci, ekonomide liberalleşme programı, Kıbrıs’ta çözüm siyaseti, başta Kürt meselesi olmak üzere tabu olan sorunlarındaki açılımların gelmesi herhalde tesadüf değildi.
Aslında 15 Temmuz 2016 gecesi de pek çok açıdan 17 Ağustos 1999 gecesine benziyordu.
Darbe gecesi, deprem gecesi olduğu gibi ilk önce sivil halk harekete geçmişti. Devletin F-16’sının, tankının, otomatik silahlı askerlerinin karşısına da önce sivil vatandaşlar çıktılar.
Kimsenin çağırmasını beklemeden, herhangi bir partinin, örgütün ya da cemaatin organizasyonu olmadan, halk kendiliğinden organize olarak ve kendi inisiyatifiyle en riskli yerlere, köprülere, Meclis’in, Beştepe’nin, Genelkurmay’ın, Emniyet binalarının, televizyon kanallarının, belediyelerinin önüne gidip darbecilere direndi.
Valiler, emniyet müdürleri, silahlı polisler, özel harekatçılar sivil halktan sonra olay yerlerine geldiler.
Sonra yine örgütsüz insanlar sokakları terk etmeyerek demokrasi nöbetlerini doğal olarak başlattılar.
Gece tank durduran, köprüde sipere yatan insanlar, ertesi gün otobüslere, metrobüslere binip, köprülerden geçerek işine gittiler, onların yerini ise valilerin, belediye başkanlarının başını çektiği resmi organizasyonlarda sahnede poz vermeye, mikrofon kapmaya çalışanlar aldı.
15 Temmuz gecesi ortalıkta gözükmeyen devlet, bir kaç gün sonra zafer kutlamalarında sahneyi ele geçirdi.
Halbuki o gece halk üstün bir cesaretle ve büyük fedakarlıklar göstererek darmadağın olmuş devleti sokaktan toplamıştı.
Güçlü ve ülkeyi koruyan ordu imajı, ordunun en az yarısının bir dini cemaat tarafından ele geçirildiği, generallerin yüzde 70’inin aslında abileri ne derse onu yapan kurşun askerler olduğunun ortaya çıkmasıyla, halkın üzerine yürüyen tanklar, Meclis’i bombalayan, vatandaşlarının üzerinden alçak uçuş yapan F-16’lar, esir alınan komutanlarla yıkılmıştı.
17-25 Aralık 2013’ten sonra üç yıl boyunca paralellerle mücadele edildiğini söyleyen devletin, o paralellerin Ankara’nın ortasında bir yıl boyunca darbe hazırladığını fark edemediği anlaşılmıştı.
Sakaryalı ilahiyatçı bir yardımcı doçent haftalarca her ay Ankara’da darbe toplantıları yapmış, iki yılda 20 kez yurtdışına çıkıp hocasıyla darbeyi istişare etmiş ama devletin bunların hiçbirinden haberi olmamıştı.
Yıllarca yapılan uyarılar, devlette ideolojik kadrolaşmanın değil ehliyet ve liyakatın önemi üzerine yapılan tavsiyelerin haklılığı acı bir şekilde öğrenilmişti.
Devletin TRT’si darbecilerin bildirisi yayınlarken, tek ses darbeye direnen özel televizyonlar, gazeteler, internet siteleri özgür medyanın ne kadar hayati olduğunu göstermişti.
Bütün bunlardan çıkarılacak dersler, yeni bir başlangıç yapmak için büyük bir fırsata dönüştürülebilirdi. Darbe karşısındaki toplumsal birlik ve partilerin pozisyonları da buna uygundu.
Bu direniş herkesin kendisini içinde bulacağı ortak bir hikayeye çevrilebilir, bu hikayenin üzerine yeni bir toplumsal sözleşme inşa edilebilirdi.
Devleti yeniden tasarlamak, güvenlik kurumlarını gözden geçirmek, halkın kontrol ve denetim imkanlarının artırmak, barika-i hakikatin doğması, hataların zamanında fark edilmesi için çok sesli bir toplumun, medyanın önünü açmak, bu yıkıntıdan gelecek için ümit, özgüven ve heyecan yaratılmasına neden olabilirdi.
Ama FETÖ’nün çözülmesi zor, karanlık, gizli örgütlenmesi karşısında bazen paranoya düzeyine ulaşan haklı korkular, Batılı müttefiklerin darbeye karşı tavrı yüzünden artan içe kapanma eğilimi, muhalefetin darbeye karşı samimi ve ikna edici bir dil tutturamaması, iktidarın bu travmayı onarmak ve üzerine kuşatıcı bir dil kurmak yerine, bunu siyaseten kullanmayı tercih etmesinin üzerine bir de FETÖ’yle hesaplaşmanın yarattığı mağduriyetler ve oluşan güvensizlik atmosferi eklenince bu fırsat maalesef kaçırıldı.
Televizyonları eski rejimin faziletlerini anlatan emekli askerler, poz vermeye çalışan fırsatçılar, bu korkular üzerinden güç devşirip, insanları tehdit eden, “devlet hep 18 yaşında” gibi afilli cümleler kuran küçük Polat Alemdarlar kapladı.
Yapılması gereken muhasebenin yerini sadece kahramanlık hikayeleri, hüznün ve mahcubiyetin yerini ise kutlamalar aldı.
Sivil insanların zaferi üzerinden devletçilik yükseldi.
11 Eylül saldırılarından sonra dünyanın süper gücü ABD bile nerede hata yaptığını bulmak için araştırma komisyonu kurup, herkesi sorgulamış, raporlar yazıp istihbari, askeri, güvenlik teşkilatlarını yeniden dizayn etmişken, Türkiye’de muhasebe yapmak, kurumların hatalarını bulmak bir tarafa, sorulara cevap vermesi gereken yöneticiler Meclis’teki Darbe Komisyonu’na bile gelmediler.
Her şeyi polise, adliyeye havale etmek, ihbarcılık, jurnalcilik güvenlik yaratmazken, bu kolluk aklı, Morbeyin skandalından, Osmangazi Üniversitesi’ndeki ihbarcı katliamına, her yerde yaşanan mağduriyetlerden Adil Öksüz’ü bulma işini FETÖ’cü polise vermeye kadar fahiş hatalar yaptırdı.
Kendi hataları için hesap vermekte cimri olan devlet, vatandaşlarına hataları için ceza vermekte çok bonkör davrandı.
Sonuç itibarıyla 15 Temmuz’da devletini sokaktan toplayan vatandaşlar, o gece darbeye direnen medya, sokağa çıkan sivil toplum örgütleri, dini cemaatler, eskisine göre devlet karşısında daha güçsüzler.
Büyük fedakarlıklarla demokrasiyi kurtaran halk, bunun karşılığında hakettiği daha fazla demokrasiyi ve söz hakkını alamadı. İki yıl önce bir yaz akşamı evlerinden çıkıp devleti ve demokrasiyi sokaktan kurtaran halk evlerine döndü.
Darbenin ikinci yılında elimizde daha güçlü bir devlet, daha zayıf bir toplum var.
Halbuki 15 Temmuz, toplumun güçlü olmasının, devlet için de en büyük güvence olduğu hakkında da bir dersti.
İnşallah bu dersin önemi geç kalmadan anlaşılır...