Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti Kayseri İl Kongresi’nde Macron ve Fransa üzerine konuşurken, tribünden dev bir pankart açılıyor “Bu bir sevda öyküsü Hazardan Balkanlara”, sonra diğer tribünde başka dev bir pankart “Büyük millet canlanıyor.”
Eğer bu kongre iki ay önce yazılsaydı, muhtemelen Cumhurbaşkanı’nın hedefinde Yunanistan Başbakanı Miçotakis olurdu. Tribünlerde ise Hazarlı değil, Akdenizli, Meisli, Yunanistanlı bir pankart açılırdı.
Üç ay önce yapılsaydı Libyalı, Trablusgarplı, Mavi Vatanlı bir pankart görürdük.
9 ay önce yapılsaydı Suriyeli, İdlipli, Afrinli.
Nitekim bundan bir yıl önceki yerel seçimlerde Nevşehir’den Zeytinburnu’na bütün meydanlarda Yeni Zelanda’daki cami saldırısının videoları izletilmiş, cami basan teröristle başlayan cümleler ustalıkla HDP’ye ve Millet İttifakı’na bağlanıvermişti.
Bundan bir yıl önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de meydanların konusu, Suriye’de süren operasyonlardı. Cumhurbaşkanı her şehirde öldürülen son terörist sayısını açıklamış, her yerde “Bizi Afrin’e götür” pankartları açılmıştı.
Ondan bir yıl önceki referandum mitinglerinde de anayasa paketinden üç bahsedilmişse, Hollanda ve Almanya’dan beş bahsedilmişti. Niğde’den, Bağcılar Meydanı’ndan Hollanda Başbakan’ına Nazi artığı denmiş, Samsun’dan, Şırnak’tan Merkel’e seslenilmiş, Kılıçdaroğlu’na meydan okumalarla, Avrupa Birliği’ne meydan okumalar birbirine karışmıştı.
Yani Cumhurbaşkanı ilk defa meydanlarda, kongrelerde dış politika konularına girmiyor. Dış politikanın iç politikada kapladığı alan giderek artıyor.
Çünkü artık iktidarın en çok satan hikayesi bu.
Muhafazakar kesimde pek çok insan oyunu kendi şehrindeki yol, su meselesi için değil, Arakan için, Gazze için veriyor.
Ekonomik, siyasi meseleler büyüse de iktidarın içerideki hikayesinin ikna ediciliği günden güne azalsa da Türkiye’nin çıkarları ve tüm dünya Müslümanları için mücadele eden lider ve ülke hikayesi büyük kitleleri heyecanlandırmaya devam ediyor, yaşanan sorunlar karşısında sabırlarını ve motivasyonlarını artırıyor.
Ekonomideki sorunlar, dünyayla kapışmanın katlanılması gereken bir bedeline dönüşüyor.
Otoriterleşme ve hukuksuzluklar, dünyada bu kadar ülkeyle mücadele halindeyken işi sıkı tutma zorunluluğuyla, Batı’nın Türkiye’ye müdahaleleri, içerideki adamlarını kışkırtması, ülkemizin iç işlerine karışmasıyla meşrulaştırılıyor.
İçerideki muhalefet, kolayca dışarıdaki muhalefetin devamı, onların buradaki temsilcisine dönüştürülüyor.
Dünyayla milli çıkarlarımız, Türklük, bayrak ve İslam için mücadele eden, kavga veren bir iktidarı eleştirmek, muhalefet etmek bile gayrimilli bir eyleme dönüşüyor.
Yani dış politikayı iç politikada böyle kullanmak siyaseten işe yarıyor, seçim kazandırıyor, söylem üstünlüğü veriyor, kitleleri motive ediyor.
Sokak röportajlarında ekonomi çok iyi diyen fanatik partililerin bile artık sadece mizah malzemesi olabildiği şartlarda, Kayseri’de, Malatya’da tek kelime ekonomiden bahsetmeden Paris’e, Washington’a meydan okuyarak kitleyi heyecanlandırabilmek büyük bir lüks.
Peki aradan diplomat, büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanı’nı çıkararak, diplomatik dil, nezaket gibi filtreleri kaldırarak doğrudan meydanlardan dünyaya, Kayseri’den Paris’e, Malatya’dan Washington’a, yürekten dile yapılan şeffaf bir dış politikayla elde edilenler, içeride verdiği haz duygusuna değiyor mu?
İçeride iktidar için faydalı olan dışarıda Türkiye için, dünyadaki Müslümanlar için de faydalı mı?
Örneğin son Fransa krizi...
Cumhurbaşkanı, AK Parti Kayseri İl Kongresi’nde “ Bu Macron denilen zatın İslam ile, Müslümanlar ile derdi ne? Macron'un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var. İnanç özgürlüğünden anlamayan bir devlet başkanına başka ne denilebilir? İkide bir Erdoğan'la uğraşıyor. Zaten seçim olacak. Yolunun pek uzun olduğunu sanmıyorum. Fransa’ya bir şey kazandıramadı ki ülkesine kazandırsın” dedi, akşamında Elysee Sarayı açıklama için “kabul edilemez” diyerek, Fransa'nın Türkiye'deki Büyükelçisi geri çağrıldığını duyurdu.
Büyükelçi’nin geri çağrılması telafi edilemez bir hasar değil.
Macron’un bu sözleri hiç hak etmediği de söylenemez.
Ama bu sözlerle atılan taş ürkütülen kurbağaya değdi mi?
Bu sözler kimin işine yaramış oldu?
Tabii ki Macron’un.
Çıkarmaya hazırlandığı yasayla ülkedeki Müslümanlara yönelik baskı politikalarına imza atmak üzere olan Macron’a AB’den eleştiri değil, destek geldi.
AB, Dış Politika Yüksek Komiseri Josep Borrell, Erdoğan’ın Macron’la ilgili sözlerini kınadı, Türkiye’yi gerilimi artırmaması için uyardı, 'böyle yaparsanız daha da izole olursunuz' dedi.
Erdoğan’ın sözleri Macron’un içerideki konumunu da güçlendirdi.
Ne sağ ne sol diye iktidara gelen Macron’un uyguladığı sert sağcı siyasi ve ekonomi politikalarından sonra iki yıl sonraki cumhurbaşkanlığı seçimindeki tek şansı, aşırı sağa oy kayışını engelleyerek sağ oyları toparlamak.
Bunun en kolay yolu laiklik, cumhuriyetçilik diyerek İslam ve mültecilerle ilgili sertlik politikalarını savunmak.
Erdoğan’ın sözleri sonrası elçisini geri çekerek en büyük rakibi olan Marienne Le Pen’in bile desteğini almış görünüyor.
Le Pen, Macron’a destek verirken “Erdoğan’ın öğretmen için taziyesini bile bildirmeden, Macron’a hakaret ettiğinin” altını çizdi.
İşte tam bu nokta bu sözlerin en çok kimin işine yaramadığını da gösteriyor:
Fransız Müslümanlarının, bütün Müslümanların ve aşırı sağcı saldırılara karşı onlara destek veren Batılı çevrelerin.
Türkiye işin bu kısmını kaçırdı ama Fransa’da 10 gündür bir “Kubilay vakası” yaşanıyor.
Derste ifade hürriyeti konusunu anlatan 48 yaşındaki Samuel Paty adlı bir tarih-coğrafya öğretmeni, ifade hürriyetine örnek olarak öğrencilerine Charlie Hebdo’daki Hz. Muhammed karikatürlerini gösterince önce okulun Müslüman velilerinin tepkileriyle başlayan, sosyal medyada büyüyen tartışmalardan sonra geçen hafta 18 yaşındaki Fransa vatandaşı bir Çeçen tarafından boğazı kesilerek öldürüldü.
Kubilay benzetmesi sadece cinayetin şekli açısından değil, sonuçları açısından da iyi bir benzetme.
Nasıl Kubilay hadisesinden sonra Serbest Fırka kapatıldı, çok sayıda tarikat lideri tutuklandı, laiklik uygulamaları sertleşti, bu korkunç cinayetle de Fransa’da Müslümanlara yönelik baskılar artıyor, artacak.
Ama ülkeyi bu noktaya getiren tek bir olay değil.
En sarsıcısı 2015’deki Charlie Hedbo saldırısı olan, IŞİD’in Paris katliamları, bir kaç yıl önce yine başı kesilerek 85 yaşındaki bir rahibin öldürülmesi gibi failleri Fransa vatandaşı Müslümanlar olan şiddet olaylarında son beş yılda 230 Fransız hayatını kaybetti.
Zaten Macron, bu olaylarla birlikte ülkenin uyanan laiklik ve cumhuriyetçilik hislerini aşırı sağcılara kaptırmamak için öğretmen Paty cinayetinden önce “Ayrılıkçılık Yasası”nı hazırlamıştı.
“İslami ayrılıkçılık” tabiri bölücülük yapmayı değil, ülkedeki İslami cemaatlerin, camilerin cumhuriyet idealleri ve sisteminin dışında kalmasını ifade ediyor.
Macron’un yasayı tanıtırken söylediği "İslam dünyanın her yerinde kriz yaşıyor." "Fransa'da, cumhuriyetin ortağı olması için İslam'ın yapılandırılması gerekiyor" cümleleri haklı olarak tepki çekmişti.
Yasanın fikir babası ise Macron’un akıl hocalarından Tunuslu Hakim El Karoui.
“İslam: bir Fransız Dini” kitabıyla büyük sükse yapan Karoi, Fransa’nın Müslümanları dış mesele olarak görmesini eleştiriyor, artık Fas’tan, Cezayir’den, Türkiye’den imamlar getirilerek, camilerinin yurtdışından finanse edilerek değil, Fransız Müslümanlarının kuracağı bir örgütle ve Fransız değerleriyle uyumlu olarak yönetilmesini savunuyor.
Zaten yasanın temelinde de camilerin ve İslami kurumların yurtdışından destek almasını engelleyen, imamların Fransa’da yetiştirilmesini savunan düzenlemeler var.
Bu aynı zamanda Fransız değerleriyle uyumlu bir Fransız Müslümanlığı kurma projesi.
O yüzden yasa, Napolyon’un 1808 yılında Yahudileri tek çatı altında toplayan Consistoire Central Israélite adında bir yapı kurarak Fransız Yahudiliği yaratma projesine benzetiliyor.
Napolyon’un bu toplum mühendisliği uygulamasından önce Fransızların devrim sonrası aydınlanma adı altında kiliseleri içindeki rahiplerle yaktığını, rahipleri haçlara çivilediğini, 1905’den bu yana laikliği temel değer olarak benimsediğini, bu kavramı kullanma şampiyonluğunu elinde bulundurduklarını ve ülkenin yarısının ateist olduğunu hatırda tutmak gerekiyor.
Çünkü Fransa’daki İslamofobi bir Hristiyan sağcı bağnazlığından kaynaklanmıyor.
Hz. Muhammed karikatürlerinin çok daha fecileri on yıllar önce Hz. İsa ve Tanrı için de çizilmişti, Charlie Hebdo’da böyle karikatürler yayınlanmıştı.
Fransızlar için ifade hürriyeti kutsal bir cumhuriyetçi değer. Karikatür meselesinde bu kutsal cumhuriyetçi değer, pek de cumhuriyetçi değerler olmayan yabancı ve mülteci düşmanlığı ve İslamofobiyle iç içe geçmiş oldu. Yine laikliğe taban tabana zıt bir “Fransız Müslümanlığı kurmak lazım” fikrine dönüştü.
Fransa’daki bu “Kubilay hadisesi” sonrası en zor durumda kalan da bu İslamofobik dalgaya karşı çıkan örgütlü makul Fransız Müslümanları ve Fransız solu oldu.
Öyle ki Fransa Milli Eğitim Bakanı, göçmenlere ve Müslümanlara yakın olan Fransız entelektüellerini, Fransa’nın en büyük öğrenci organizasyonunu özgürlük adı altında İslamcı solculuk yapmakla, teröre destek vermekle suçladı.
İçişleri Bakanı, Fransa'da İslamofobiye karşı Kolektif (CCIF) adlı kuruluşa "devlet düşmanı" dedi, saldırıda parmakları olduğunu söyledi. 50’ye yakın İslami vakıf ve derneğin yurtdışından yardım aldığı için kapatılması gündemde.
Televizyon tartışmalarında ılımlı görüşleri savunan liberal ve solcu aydınlar gazeteciler, bu terör saldırılarına yol açmakla suçlanıyor. Bize çok tanıdık gelecek tartışmalar yaşanıyor.
Yani şu anda Türkiye böyle bir Fransa’yla tartışıyor.
Ve bu ortamda Macron’u eleştirmek yerine ona hakaret etmek, onun İslam ile ilgili söylemlerine yardım etmek anlamına geliyor. Onun atacağı adımları engellemek için dünyanın diğer ülkeleriyle birlikte hareket etme, baskı kurma imkanlarını da ortadan kaldırıyor.
Bunun ülkedeki Müslümanların, en başta da Türkiyeli Müslümanların, Türkiye’den aldıkları desteğin kesilmesi için bahane olarak kullanılacağına şüphe yok.
Ama sonuçların en kötüsü bu değil.
Bu tarzın dünyadaki Müslümanlara da bir faydası yok.
70 yıllık bir demokrasisi olan Türkiye, yaşanan terör olayıyla ilgili net bir pozisyon ortaya koymadan, doğrudan Macron’a deli diyerek konuya girerken, Körfez’deki ve onun etkisindeki diktatörlükler bu olay karşısında hemen kınama mesajları yayınlayarak ılımlı İslam’ın temsilcisi olma fırsatını kaçırmadılar.
Adı Tayyip olan ve Sisi’nin her belalı işini Kuran’dan Hadis’ten kaynak göstererek meşrulaştıran El Ezher Şeyhi hemen cinayeti kınadı, saldırgana terörist dedi.
Aynı günlerde daha geçen yıl lideri soykırımdan aranan Sudan, Beyaz Saray’da bizzat Trump tarafından yapılan bir açıklamayla İsrail’i tanıyan dördüncü Arap ülkesi ünvanını aldı.
Türkiye’nin girdiği yeni yol, Arap dünyasında yükselen yeni trendle birleştiğinde dünyadaki Müslümanlar için en kötü senaryo ortaya çıkıyor.
Bir taraftan demokrasisi gerileyen, dili sertleşen dünyadaki özgürlük endekslerinde özgür olmayan ülkeler arasına giren, izlediği dış politika yüzünden yalnızlaşan bir Türkiye, karşısında ise Batı ile iyi ilişkiler kuran, dünyaya İslam’ın ılımlı, dünyaya açık yüzü mesajı veren ama kendi halklarına düşman otoriter diktatörlükler.
Böyle bir Türkiye’nin dünyadaki Müslümanları yalınkılıç savunması da artık maalesef kimsenin işine yaramıyor.
Ayrıca, Macron’a İslam ile ilgili sözleri için açıkça deli diyen Türkiye, her fırsatta İslamcı terörizm tabirini kullanan, Müslümanların ülkeye girişini yasaklamaya çalışmış, İsrail’in başkentini Kudüs olarak tanımış, Arap ülkeleriyle arasını yapmış, ABD tarihinin en İslamofobik, en pro-İsrail başkanının ülke menfaatleri gereği yeniden seçilmesini savunuyor.
Yine ülke çıkarları yüzünden şu anda dünya üzerinde Müslümanlara en büyük zulmü yapan, resmi gazetesi üzerinden Fransa’ya Sincan modelini öneren Çin’e tek bir kelime edemiyor.
Ama bunları Kayseri’de, Malatya’da stadyumları dolduran insanlara anlatmak hiç kolay değil.