Serginin adı: “Şehzade’nın Sıradışı Dünyası: Abdülmecid Efendi”
Heyecanlanmayı unutmuş Türkiye’de pek çok şey gibi sessiz sedasız 21 Aralık’ta İstanbul Emirgan’daki Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde açıldı.
Serginin tanıtım afişlerinde ve tanıtımlarında ısrarla “Şehzade Abdülmecid Efendi” diye bahsedildiği için ve hep bilinen fotoğraflarından biri seçilmediğinden söz konusu olan Abdülmecid Efendi’nin son halife olan şehzade Abdülmecid Efendi olduğunu ilk başta anlamak zor olabilir.
Galiba amaç da bu.
Muhtemelen sergiyi hazırlayanlar böylece sergiyi hem tarihin hem de bugünün tartışmalardan kurtarmaya çalışmışlar.
Yoksa son halifenin “sıradışı dünyası” da, ülkeden kovulmuş bir saltanat mensubunun hayatı da bugünün anlayışsız, fena halde alıngan kutuplaşma ortamında bir holdingin ve müzenin asla istemeyeceği ağır yüklere dönebilirdi.
Sergide zengin ve pek çoğu gün görmemiş bir video arşivi eşliğinde hayatı bir belgeselde gösterilen Abdülmecid Efendi’nin insanın aklına Bertolucci’nin Son İmparatoru’nu getiren bir hayat hikayesi var.
Babası Abdülaziz’in öldürülmesini, kuzeni Murad’ın kafes hayatını, diğer kuzeni Abdülhamit’in istibdadını ve hal edilmesini, diğer kuzeni Vahdettin’in ülkeden gönderilişini görmüş, bütün bunlar olurken kendisini resme, müziğe vermiş, Paris’te resimleri sergilenmiş, TBMM tarafından oylamayla halife seçilmiş, altı ay İslam dünyasının halifeliğini yaptıktan sonra, bir gece vatanından kovulmuş, trenle gittiği İsviçre’ye çok eşli olduğu için önce alınmak istenmemiş, bir süre Ankara’daki rejimi “la dini” ilan ederek İslam dünyasına halifeliğe sahip çıkma çağrılarına ilgi gösterilmeyince kendisini tekrar müziğe, resme, ibadete vermiş, İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş, Nazi işgalinin bitmesinden bir gün önce 1944’de Paris’te kalp krizinden hayatını kaybettiğinde cenazesinin bile Türkiye’ye getirilmesine izin verilmemiş, 10 yıl İstanbul’a gitme ümidiyle Paris Camisi’nde tutulan cenazesi, DP iktidarı da cesaret edemeyince 1954’de Medine’ye gönderilerek defnedilmiş.
Cenazesinin bile giremediği İstanbul’a 14’ü resmi kurum koleksiyonlarında, 17’si aile koleksiyonunda olan, pek çoğu son 20 yılını geçirdiği Paris’ten ve Nice’teki bir müzeden getirilen 60 tablo ve kendisine ait 300’ü aşkın belge, özel eşyaları yıllar sonra geldi ve sergileniyor.
Ama bizim gibi sergiye yılın son günü gündemden biraz uzaklaşmak için gidenleri büyük bir sürpriz bekliyor.
Türkiye, siz evlatlarına 31 Aralık’ta öğlen vakti bir müzede sergi gezerken bile kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkanı vermiyor.
Çünkü sergide girdiğiniz her odada Türkiye’nin bütün güncel ve kadim tartışmaların ortasına düşüveriyorsunuz.
Son Halife’nin bizzat yaptırdığı büstünü gördüğünüzde, Paris’teki sergisinin davetiyelerini incelerken, nü eseri Avludaki Kadınlar ile fotoğraf çekmenin yasak olduğu bir salonda dünya gözüyle karşı karşı geldiğinizde, 1915’de Beethoven heykelinin olduğu bir salonda kızları ile piyano, keman çalan Osmanlı paşasını çizdiği Haremde Beethoven ya da 1917’de çizdiği elinde Goethe’nin Faust’u olan kadın resmiyle (Haremde Goethe) karşılaştığınızda Osmanlı modernleşmesi, Kemalist modernleşme, resmi tarih, Batıcılık, muhafazakarlık, İslamcılık, Osmanlıcılık gibi tartışmalı mevzularda içinde dönüp durduğumuz klişelerden bambaşka bir bakış açısına sahip oluyorsunuz.
Başka bir salonda aile albümlerine bakarken son Halife Abdülmecid’in kızı Neslişah Sultan’ı kucağında köpeğiyle görünce bir anda kendinizi güncel tartışmanın içinde buluyorsunuz.
1916’da İcadiye’deki köşkünde Abdülhak Hamit’in yazdığı; Londra’da sevgilileriyle günü gün eden, Hintli uşağından çocuğu olan Avustralyalı bir madencinin eşi Finten’in hikayesinin sahnelenmesi şerefine verdiği davete katılan Yunus Nadi’den Rıza Tevfik’e, Falih Rıfkı’dan Süleyman Nazif’e kadar bir kaç sene sonra birbirini ülkeden kovalayacak gazeteci ve yazar kadrosuna bakıyorsunuz. Türk modernleşmesini hikayesini bir kere daha düşünüyorsunuz.
Ama bütün bu eserler içinde insanı en çok çarpan yıllar sonra ilk kez yan yana asılmış üç tablo...
Karamsarlık, kasvet, baskı, ümit gibi karmaşık duyguları yüzyıl ötesinden size hissettiren tabloların esin kaynağı Abdülmecid Efendi’nin yakın dostu Tevfik Fikret’in meşhur Sis şiiri.
Tevfik Fikret, şiirini 1902 yılının bir şubat günü sisin çöktüğü ve akşama kadar da dağılmadığı Boğaz’a bakarak yazmıştı.
Ama anlattığı ülkenin üzerine çökmüş başka bir sisti.
Edebiyat dergisi Servet-i Fünun’un 30’li yaşlardaki başyazarı olarak birkaç kez gözaltına alınmış, peşine balıkçı, kayıkçı kılığında gizli polisler takılmıştı.
2 Şubat 1898’de daralan ruh halini Süleyman Nazif’e yazdığı bir mektupta anlatmıştı:
“Yeis.. Yeis.. Yeis!.. Meyusum! Kardeşim; dehşetli bir bühran-ı infial içindeyim, sönüyorum! Bu biraz daha devam ederse, eyvah!. Sebebini söyliyeyim mi? Fakat o kadar tuhaî ki gülersiniz, diye korkuyorum; bazan kendim bile kendi halime gülüyorum. Koca bir âlem içinde yalnızım, en samimî arkadaşlarımın arasında sokağa çıplak çıkmış bir adam hissiyle titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak! Herkes hiç olmazsa üniformalarla —ne diyeyim— setr-i cibillet ediyor, herkes zamanın âlâyiş-i denaetine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor! Herkes bu hava-yı rezilette nefes alabilmek için suhulete, bir çareye, bir efsuna mâlik.
İşte namus-ı kalem, namus-ı matbuat, namus-ı edeb... O da öldü, o da çiğnendi. Gazetesinde bir jurnal sureti basamayanlar artık gazeteci sayılamıyor. Sonra içimizde o edepsizleri kötülüklerinin üstün gelmesinden dolayı kutlamağa koşacak, "Bir gaza ettin ki hoşnûd eyledin Peygamber'i" alkışlarıyla onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu vicdanı kıran yenmesini alkışlayacak namuslular da var.
Elveda ey aşk-ı nâmûs, elfirâk ey sıyt-i âr!...
Yeisimin derecesini düşünemezsin kardeşim! Kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim hun-ı hamiyetimle kirlenecek bir temiz taş.”
Artık ülkenin düzeleceğine olan ümitlerin iyice kesildiği bir zamanda Servet-i Fünun’un diğer genç yazarlarıyla önce Yeni Zelanda’ya sonra Yeşilyurt adını verdikleri muhayyel bir çiftliğe gidip yerleşmek için planlar yapmaya başlamışlardı.
O yüzden Tevfik Fikret Boğaz’daki sise baktığında İstanbul’un kasvetli güzelliğini görmemişti.
Öfkeli bir şiirdi Sis:
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…
Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
(Gene bir sis kaplamış ufuklarını, inatçı bir sis,
gitgide büyüyen bir beyaz karanlık.
Ağırlığı altında ne varsa sanki yok olup gitmiş,
kalmış ortada kala kala bir tozlu yığın,
o tozlu, korkunç yığına bakan göz
şaşırır titrer, ilerisine gidemez.
Ama sen hak ettin bu karanlık, kalın örtüyü,
bu örtü tıpatıp sana uydu, ey kanlı toprak,
ey zulümler meydanı, ey yaldızlı ülke,
döktüğü kanla, çektirdiği acıyla çalım satan!
Ey gösterişin, şatafatın beşiği ve mezarı,
oldum olası imrenilen kraliçesi Doğu’nun!
Ey kanlı sevgileri, kılı kıpırdamadan
zevk ve safaya susamış bağrında emziren!
Ey Marmara’nın mavi kucağında
ölüm uykusuna dalmış diri,
ey köhne Bizans, büyücü kocakarı,
ey bin kocadan artakalan el değmemiş dul,
gene de güzel görür, taptaze görür seni,
gene de üstüne titrer sana bakan.)
...
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu';
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?
...
(Sen kurulurken katmış olmasın bir hain el
senin temeline zehirli suyunu kötülüğün.
İşte her yanda ikiyüzlülüğün kiri,
nereye baksan çekememezlik, nereye baksan çıkarcılık,
nereye baksan hergelelik, yalan dolan.
Demek yükselmek yalnız bunlarla oluyor.
Koynunda barınan nice yaratık arasında
kaç tanesinin alnı açık, yüzü ak?)
...
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir;
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
(Ey gürültüler, patırtılar, cakalar, şanlar, alaylar,
katil kuleler, kapkaranlık, zindanlı saraylar.
Sağlam mezarı anıların, ulu tapınak,
onurlu taş direkler, bağlı devler gibi,
geçmiş günleri gelecek günlere anlatmakla görevli,
ey kale duvarları, şehri dolanan, çepeçevre,
dişleri düşmüş kafatasları gibi, sırıta sırıta.
Ey kubbeler, Tanrıya yakaran yapılar,
ey minareler, sözde kalmış doğrularsınız.
Ya siz, damları çökmüş medreseler, mahkemecikler!
Selvilerin kara gölgelerinde birer yer tutmuş,
geçmişlere rahmet dileyen mezar taşları,
ey sabırlı dilenciler sürüsü!
Türbeler, bizde ne gürültülü anılar uyandırırsınız,
ama yatarsınız bir şey demeden, ey atalar, sessiz sedasız!”)
Tevfik Fikret 1902’de yazdığı şiiri ancak 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra Tanin’de yayınlamıştı.
Şiiri okuyanlardan biri de Abdülhamit’in kuzeni Abdülmecid Efendi’ydi.
Şiirden o kadar etkilenmişti ki üç sisli İstanbul tablosu çizmişti.
Tabloları “Muhibbi Muazzezim (Muhterem Dostum) Tevfik Fikret Bey’e” diye imzalayarak Tevfik Fikret’e hediye etti.
Fikret, 7 yıl sonra 1908’de Hürriyet ilan edilince Rücu diye bir şiir yazdı ve Sis’te İstanbul’a ettiği ağır laflardan rücu etti. Sonra yine hayal kırıklıkları ona Doksanbeş ’e Doğru’yu, Hân-ı Yağma’yı yazdırdı.
İşte İstanbul’da yine puslu bir kış günü Emirgan’daki müzenin en alt kattaki salonunda karşımızda duran o sisli İstanbul tabloları böyle karamsar zamanların sonra yeşeren ümitlerin ve sonra yine hayal kırıklıklarının eseriydi.
Türkiye yeni bir yıla girdi.
Sisin dağılması ümidiyle...