Başbakan Menderes, 14 Temmuz 1958 günü Yeşilköy Havaalanı’nda zirve için Bağdat’tan gelecek genç kralın uçağının inmesini bekliyordu. Kral II. Faysal, 23 yaşındaydı. Ama tahta 19 yıl önce, henüz dört yaşındayken çıkmıştı. Bütün dünya bir kralın büyümesini izlemişti. O kadar meşhurdu ki 'Siyah Altın Toprakları' macerasında Tenten’in petrolün peşinde Orta Doğu’daki Khemed Krallığı’na gidip, kurtarmaya çalıştığı genç Prens Abdullah karakterini de Herge, çocuk Kral Faysal’dan esinlenerek çizmişti.
Büyük dedesi “Araplar bizi arkadan vurdu”nun baş kahramanı Mekke Emiri Şerif Hüseyin’di. Emirin oğlu I. Faysal, İngilizler tarafından Irak Kralı ilan edilmiş, 48 yaşında şüpheli bir kalp kriziyle vefat edince yerine tek oğlu Gazi oturmuştu. Altı yıllık hanedanlığından sonra, o da spor arabasıyla yine şüpheli bir kaza yapıp ölünce Haşimi saltanatından geriye sadece 4 yaşındaki oğlu Faysal kalmıştı.
***
1953’de 18 yaşına girene kadar amcası Abdullah’ın nezaretinde ülkeyi yöneten Faysal büyürken komşu ülkeler de karışmıştı. Türkiye çok partili hayata geçmiş, İran’da Başbakan Musaddık bir darbeyle devrilmiş, ilk Kürt devleti Mahabad Cumhuriyeti yıkılmış, Soğuk Savaş kızışmıştı. Buna karşı, 1955 yılında ABD ve Birleşik Krallık, İran, Irak, Pakistan ve Türkiye arasında doğunun NATO’su olarak bilinen CENTO’yu (Bağdat Paktı) kurdurmuştu. Zaten kral da ertesi gün İstanbul’da başlayacak CENTO toplantısı için Türkiye’ye geliyordu. Havaalanında Menderes’le birlikte kralı bekleyenler arasında yeni dünürleri de vardı. Şerif Hüseyin’le kötü hatıralardan sonra II. Faysal son padişah Sultan Vahideddin ile son Halife Abdülmecid Efendi'nin torunu Hanzade Sultan’ın 17 yaşındaki kızı Fazile ile nişanlanmış, Türkiye’nin damadı olmuştu. Sık sık İstanbul’a geliyordu.
Fakat o gün uçağı bir türlü Yeşilköy’e inmedi. Kötü haber, havaalanına inen Irak Havayolları uçağının pilotuyla gönderildi; “Kral Faysal’ı darbeyle devirdik, onu İstanbul’a göndermeyeceğiz.”
14 Temmuz sabahı İstanbul’a yolculuk için uyanan Kral, sarayı basan öfkeli askerlerle karşılaşmışı. Amcası, teyzeleri, halaları, vahşice öldürüldü, cesetleri sokaklarda sürüklendi, sarayın camlarından asıldı. Yaralı kurtulan genç kral ise kaldırıldığı hastanede, doktorlar müdahale etmeyince kan kaybından hayatını kaybetmişti. Amerikan yanlısı Haşimi Krallığı yıkılmış, yerine Sovyetlere yakın Irak Cumhuriyeti kurulmuştu.
Darbenin liderleri iki generaldi; Abdülkerim Kasım ve Abdülselam Arif. Kasım, Sovyet yanlısıydı, en büyük destekçisi, özellikle Kürt bölgesinde etkili Irak Komünist Partisi’ydi. Arif ise Cemal Abdülnasır’ın Mısır ve Suriye’yi birleştirerek kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti yanlısı milliyetçi Baascılar tarafından destekleniyordu.
***
Darbeye Türkiye’nin ilk tepkisi sert oldu. İki yıl sonra kendisini de benzer bir akıbetin beklediğinden habersiz Menderes “Darbeci maceraperestlerin hedefi Bağdat Paktı yıkmak” diyerek Sovyetleri suçladı. Ordu birlikleri Irak sınırına doğru kaydırıldı. Yeni rejimin hamisi Sovyetler, Ankara’yı herhangi bir müdahale ihtimaline karşı uyardı. Amerikan istihbarat raporlarına göre ise Türkiye’nin esas kaygısı, sınırlarının öteki tarafında bir Kürt devleti kurulmasıydı.
Darbeden iki gün sonra Türkiye’nin çekindiği destek gelmişti. Yasadışı ilan edilmiş Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin Moskova’daki lideri Mustafa Barzani, Kasım’a bir mesaj gönderip yeni cumhuriyete desteğini bildirdi.
Molla Mustafa Barzani, 16 yaşında ağabeylerinin yanında İngilizlere karşı isyana katılmış, 29 yaşında Barzan aşiretinin reisi olmuş, 1943'te Bağdat yönetimine karşı isyanı başlatmış, iki yıl sonra isyan bastırılınca aşiretini alıp İran'a geçmiş, 1946'da Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmış, bir yıl sürmeden İran orduları Mahabad’a girip, Cumhuriyet’e son verince de 1947’de Peşmergeleriyle birlikte Türkiye içinden geçip, SSCB'ye kaçmıştı.
Kasım’dan dönüş izni gelince, 11 yıl kaldığı Moskova’dan ayrıldı, önce Bükreş ve Prag’da devlet başkanlarıyla görüşüp oradan Kahire’ye geçti, burada Cemal Abdünnasır’la buluşup destek aldı ve törenlerle 11 yıl ayrı kaldığı Barzan Köyü’ne döndü.
Yeni kurulan Cumhuriyet’in anayasasına iki kurucu unsur olarak Araplar ve Kürtler girmişlerdi. Türkmenler için tehlike sinyalleri çalıyordu. Ama Türkmenler için esas tehdit darbeyi yapan koalisyonun çatlamasıyla ortaya çıktı. Darbenin lideri Kasım, Arap milliyetçisi Arif’i tasfiye etmişti. Türkmenler de uzun süredir Arap milliyetçileriyle birlikte hareket ediyordu.
Milliyetçi askerlerin ilk isyanı 1958 Mart’ında Albay Şavvaf liderliğinde Musul’da çıktı. İsyanı çoğunluğu Kürtlerden oluşan Irak Komünist Partisi’nin Halk Direniş Örgütü’ne bağlı milisler kanla bastırdı, Barzani’nin partisinin milisleri de onlara yardım etmişti. Musul’da büyük katliamlar yaşanmıştı.
Baba Gurgur’da dünyanın gözünün üstünde olduğu petrol yatakları keşfedilmiş Kerkük’te de tansiyon yükseliyordu. 1957 sayımına göre şehrin yüzde 37’si Türkmenler, yüzde 33’ü Kürtler ve geri kalanı da Arap Süryanilerden oluşuyordu. Kerkük’teki Türkmenler şehirli, eğitimli ve varlıklı iken Kürtler çoğunlukla köylü ve yoksuldu. Bu sınıfsal gerilimin üstüne yoksul Kürtlerin Irak Komünist Partisi ve KDP tarafından örgütlenmesi, Türkmenlerin ise buna karşı Turancı fikirler veya Nasırcı Arap milliyetçileriyle birlikte hareket etmesinin sancıları da eklenmişti.
İlk gerginlik Molla Mustafa Barzani’nin Kasım ayındaki Kerkük ziyaretinde yaşandı. Komünist Partili milislerle , Türkmenler arasında çatışmalar yaşandı. Çatışmalar sırasında Kürt kaynakları göre Barzani’yi taşıyan helikopter bomba koyduğu ortaya çıkınca Türkmen kaynaklara göre ise çatışmaları yatıştırmaya çalışırken şehirdeki 2. Ordu’nun Türkmen Komutanı Hidayet Arslan kalp krizi geçirerek vefat etti.
Nisan ayında bu kez Türkmen komutan Mustafa Dabak’ın Bağdat yönetimine karşı isyan girişimi, artık çok güçlenmiş olan Komünist milisler tarafından sert biçimde bastırıldı. Türkiye’deki gazetelerde Kerkük’te Türkmenlerin Kürtler tarafından katledilip, yerlerine Moskova’dan silahlı Kürtlerin yerleştirildiği, Bağdat rejimin Kerkük’ün demografisinin değiştirdiği haberleri çıkmaktaydı.
Ama kimse Kerkük’te olan bitenlerin Türkiye’de onlarca yıl sürecek Kürt meselesini tetikleyeceğini tahmin edemezdi.
Aslında 1931 Ağrı İsyanı ve 1938 Dersim isyanı ve katliamı sonrasında Kürt meselesi derin bir uykuya dalmıştı. 1950’de sorunun baş müsebbibi görülen CHP tek parti iktidarının yıkılıp DP’nin iktidara gelmesine Kürtler de büyük destek vermişti. DP, hem Dersim’de hem de Diyarbekir’de bütün milletvekillerini kazanmıştı.
Demokrat Parti’nin listelerinde tek parti rejimiyle kavgalı Kürt liderler ve aşiretlerinin temsilcileri vardı. Ağrı’dan 1931 Ağrı İsyanı’na katılmış, isyanda dağda yaşamış Halis Öztürk, Erzurum’dan Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat, Elazığ’dan Suriye’ye göç edip, Suriye KDP’sini kurmuş Nurettin Zaza’nın kardeşi Suphi Ergene, sürgün edilmiş Şeyh Abdülbaki Küfrevi’nin oğlu Kasım Küfrevi, Muş Oxin şeyhlerinden Giyaseddin Emre, Bitlis’ten Şeyh Selahaddin İnan (Kamran İnan’ın babası), Urfa’dan Ömer Cevheri (Necmettin Cevheri’nin babası) , Diyarbakır’dan Ensarioğlullarından Celal Yardımcı, Bucaklardan Mustafa Remzi Bucak, Mardin’den Bahaddin Erdem (Zeynel Abidin Erdem’in amcası) gibi uzun yıllar bölgede kuşaklar boyu siyaset yapacak aileler DP listelerinden Meclis’e girmişti. (Kaynak; Kürt Sorunu/Altan Tan/Timaş Yayınları)
1954 seçimlerinde bir kısmı Kürtçülük ithamlarıyla lise dışı kalsa da bir zamanların isyancı Kürt aşiretleri ve şeyhlerinin çoğunluğu, DP ve Ankara siyasetiyle entegre olmuştu. Başarılı entegrasyonun bir başka işareti de ortaya çıkan Kürt orta sınıfıydı. Doktor, avukat, askerlik gibi mesleklerde görünmeye başlayan Kürt orta sınıfının çocukları da İstanbul ve Ankara’daki iyi üniversitelerde okuyordu. Bir kısmı Diyarbakır, Bingöllülerin kurduğu yurtlarda kalan öğrencilerin Kürt kimlikleriyle bağlarıysa, yaptıkları sazlı sözlü şehir gecelerinden ve kurulan bir kaç hemşehri derneğinden fazlası değildi.
Ama 1959 yılında Meclis’e verilen bir soru önergesi bir anda asabiyet duygularını yeniden kabartacaktı.
Aslında Irak’ta meydana gelen çatışmalarla ilgili Türkiye’nin resmi pozisyonunu Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu “Irak da Birleşik Arap Cumhuriyeti de (Mısır-Suriye) dostumuzdur, aralarındaki anlaşmazlığın hallini temenni ederiz” diye açıklamıştı. Henüz Türkiye’nin Kıbrıs gibi henüz bir Kerkük hassasiyeti de yoktu.
Dışişleri Bakanı’nın açıklamayla tatmin olmayanlar da vardı.
***
CHP Niğde Milletvekili Asım Eren, Kore’de savaşmış, “Haberalma, propaganda ve mukabil mücadele esasları. (Su uyur; düşman uyumaz!)” diye bir kitap da yazmış emekli bir kurmay albaydı.
8 Nisan 1959 günü Meclis’te Dışişleri Bakanı Zorlu’ya bir sözlü önergesiyle sordu:
“Irak Anayasası yalnız Arap ve Kürtlere siyasi haklar tanıyan hükümler ihtiva etmektedir. General Abdülkerim Kasım’ın beyanlarında da Türklerin haklarından bahseden pasajlara rastlanılmamaktadır. Komünistlere alet olan Kürtler, Irak Türklerine zaman zaman silahlı tecavüzlerde bulunmaktadır. Irak hükümeti de Türkleri sosyal ve kültürel alanda şiddetli baskın altında tutmaktadır. Hükümetin alacağı tedbirler nelerdir? Gerekirse mukabeleyi bilmisil yapılması düşünülmekte midir?”
Soru önergesindeki “Mukabeleyi bilmisil” ifadesi fitili ateşlemişti.
14 Nisan 1959 günü, İstanbul’da okuyan 102 Kürt öğrenci, Asım Eren’in sözlü sorusunu Kürtlere yönelik bir tehdit olarak değerlendirip, protesto için CHP’ye toplu telgraf çektiler. Asım Eren’i Türkiye Kürtlerine düşmanlıkla, Moskof uşaklığıyla, memleketi parçalama temayülüyle suçlayan telgraf çok sertti:
“Vatan menfaatlerinde Türkiye Kürtlerinin hassasiyeti, namus ve dindarlığı, sizinkiyle kıyas kabul etmez. Milletin menfaatlerini herşeyden üstün tuttukları için suratınıza asilce bir tokat atan Kürtler, cumhuriyet Türkiyesinin istiklal ve bütünlüğünde büyük hissesi olan ve ülkenin birliğini muhafazada mertçe duran vatandaşlardır. Türkiye’de sizin gibi hortlak zihniyet eserlerinin çok az olduğuna inanıyor, bu hareketinizle Türk amme efkarı nazarında yaşayan bir ölü olduğunuzu hatırlatıyoruz”
Telgrafın altındaki imzada şöyle yazıyordu: İstanbul’da Yüksek Tahsilde bulunan Kürt gençleri.
Telgraf ertesi gün CHP’ye yakın, yazarları arasında Çetin Altan, Aziz Nesin, İlhami Soysal gibi isimlerin olduğu Akşam Gazetesi’nde şu başlıkla verildi: “102 Üniversiteli Kürtlük iddiasında bulundu”
Telgrafın içindeki vatanseverlik vurguları dahi dikkatlerin imzaya kaymasına engel olamamıştı. Asım Eren, “mukabeleyi bilmisilden” Türkiye’deki Kürtleri kastetmediğini açıklasa ve Moskof oyununa gelmeyin dese de de artık cin şişeden çıkmıştı.
20 Nisan 1959 günkü gazetelerde Gençlik içindeki gizli, yıkıcı, bölücü faaliyetlerle mücadele için Başvekillikte bir özel büro kurulduğu haberleri çıktı. Aynı tarihlerde Emniyet’te İkinci Şube müdürlüğüne daha sonra, devletin Kürt meselesindeki kara kutusu haline gelecek Fatsa Kaymakamı Ergun Gökdeniz getirilmişti.
Kerkük’ten kötü haberler gelmeye devam ediyordu. Esas büyük katliam 14 Temmuz 1959’da darbenin yıldönümü kutlamaları sırasında yaşandı. Yeni rejime bağlılıklarını göstermek isteyen Türkmenler Kerkük’ü taglarla donatmışlardı. Ama Komünist Parti’nin Halk Direniş milisleri de askeri nizam içinde kutlamaların olduğu yere gelmişler, Türkmenlere yönelik sataşmalarla başlayan olaylar, ordunun da sessiz kalmasıyla, bir katliama dönüşmüştü. Türkiye basınına düşen haberlere göre 50 ile 500 arasında Türkmen öldürülmüştü.
Katliam karşısında gözyaşları içinde açıklamalar yapmış General Kasım, Komünist Parti’nin milis örgütünü lağvettiğini açıklamıştı.
Kerkük’ten gelen haberlerse Türkiye’yi germeye devam etmekteydi.
O sıralarda Diyarbakır’da çıkan Yurt Gazetesi’nde gazeteci Musa Anter’in Kımıl adlı Kürtçe şiiri yayınlandı. Şiirin bu dizesi devletin Kürtçülük tedirginliğini daha da artırmıştı: “Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.” Anter ve derginin yöneticileri hakkında dava açıldı.
Ankara’da istihbarat raporları dolaşmaya başlamıştı. Daha sonra Yön dergisi tarafından bulunup yayınlanacak iki rapor devletin zirvesinde tartışılmıştı.
Raporlardan 31 Temmuz 1959 tarihli olanı Emniyet teşkilatı istihbaratında çalışan, ABD’de eğitim almış Ergun Gökdeniz’e aitti. 12 Aralık 1959 tarihli raporsa MİT’in öncüsü Milli Emniyet Hizmetleri’nin (MAH) reisi Zeki Selışık’ındı.
“Kürtçülük hareketinin bugünkü durumu” başlıklı raporlarda özetle şöyle deniyordu: “14 Temmuz 1958 Irak İhtilali’nin ardından Türkiye’deki Kürtçülük faaliyetleri arttı. Ankara ve İstanbul’daki öğrenciler arasında Kürtçülük faaliyetleri seziliyor ve artış gösteriyor. Elde yeterli delil yoksa da ani bir baskınla bu deliller bulunabilir. 40-50 kişi tutuklanırsa Kürtçülük faaliyetleri uzun bir süre durdurulacaktır.”
Raporda bu tutuklamaların dışarıya “Komünist Kürt hareketi” olarak sunulmasıyla ABD’den de destek alınabileceği tavsiyesine yer verilmişti.
***
Bu tavsiye o sırada DP iktidarının en çok ihtiyacı olan şeydi. Ekonomik krizle mücadele eden Menderes, ekim ayında yardım için ABD’ye gitmiş ama eli boş dönmüştü. Hatta Menderes, tam bir anti-komünist olan ABD Başkanı Eisenhower’ı, destek için Moskova’yı ziyaret etmekle bile tehdit etmişti. Belki de bu yüzden Eisenhower 7 Aralık günü Pakistan’a giderken, Ankara’ya da uğramış, 17 saat kaldığı başkentten “Kalbinin fethedildiğini” söyleyerek ayrılmıştı. Ve 10 gün sonra...
17 Aralık 1959 günü Türkiye’nin farklı şehirlerden 50 eğitimli, varlıklı Kürt gözaltına alınarak İstanbul’daki Harbiye Kışlası’na getirildi.
Tutuklananlardan biri binbaşı altısı subay, 4’ü avukat, 2’si doktor, 2’si gazeteci, 3’ü tüccar, biri mühendis, 2’si nakliyeci, 1 işçi, 1 muhasebeci, 1 memur, 1 fabrikatör ve 27’si de öğrenciydi. Öğrenciler, 7 ay önceki telgrafın altına imzası olan öğrencilerdi.
Ertesi günkü gazetelerde bu tutuklamalarla ilgili sadece “Gizli bir teşkilat hakkında neşir yasağı konuldu” haberleri yer aldı.
Önce 40 kişi, Harbiye Kışlası’nın altındaki tek kişilik 40 hücreye kapatıldı. Sonra 10 kişi daha getirildi. Dört ay boyunca yakınları, avukatlarıyla görüşmeden, birbirlerinden de habersiz olarak tek kişilik hücrelerde tutuldular. Kötü koşullar yüzünden Ankara Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi Emin Batu rahatsızlanıp, kan kusarak vefat edince, sayıları 49’a düşmüştü. Ölmeden önce duvarına kanıyla “Esaret bahçesinde bir gül olmaktansa, hürriyet bahçesinde bir diken olmayı tercih ederim” yazdığı söylenir.
Meşhur “49’lar davası” nın sanıklarıydılar.
Tutuklamalarından altı ay sonra 27 Mayıs darbesi oldu. Hücrelerini ziyaret eden bir general “Bunlar niye yatıyor” diye sorunca, bir asker “Kürtçülük” diye cevap vermiş, general “Nedir Kürtçülük, .okçuluk ” diye tepki göstermişti. Sanıklardan tıp öğrencisi Said Kırmızıtoprak “Bence siz ezilmiş bir Balkan göçmenisiniz” deyince kısa süreli bir gerginlik yaşanmıştı.
Solcular olanları, dindar olanları vardı. Aralarında “kendimize Kürt demeyelim”, “solcu kitaplar almayalım, bir de kendimize komünist dedirtmeyelim” türü tartışmalar oluyordu.
Darbeden üç ay sonra İstanbul’dan Ankara’daki bir askeri cezaevine nakledildiler. Darbeden ancak 8 ay sonra mahkeme önüne çıkarıldılar. İddianamedeki suçlama
“Yabancı devletler müzaheretiyle devletin birliğini bozmaya ve devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devletin idaresinden koparmaya matuf hareketler”di. Fakat, çoğu birbirini hapiste tanımış, iş güç sahibi insanlar ve öğrencilerden oluşan 49 kişinin Kürtçülük yaptığına dair ortada bir delil yoktu. Adalet duygusu kuvvetli bir askeri hakime denk geldiler ve 1.5 ay sonra hepsi tahliye edildiler. Mahkemeleri dört yıl daha sürdü. Kürtçülük, komünistlikten ceza alanlar oldu ama çoğunluğu beraat etti.
***
Ama altı yıl sonra artık onlar hapishaneye giren o 49 kişi değillerdi.
Gözaltına alındığında Bingöllü varlıklı bir muhasebeci olan Said Elçi, 1965 yılında Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi’nin Türkiye ayağını kurdu. 1971 yılında Kürt örgütleri arasındaki hesaplaşmada öldürüldü.
Tutuklandığında herkesin sevdiği, neşeli bir Dersimli Tıp fakültesi öğrencisi olan Sait Kırmızıtoprak, bir süre Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde doktorluk yaptıktan sonra, Dr. Şivan adıyla Kürtlük üzerine kitaplar yazdı, 1969’da Irak’a geçerek Türkiye’de Kürdistan için savaşan ilk silahlı örgütü T-KDP’yi kurdu. O da aynı yıl iç çekimeler yüzünden öldürüldü.
Tutuklandığında Kars’ta doktorluk yapan Naci Kutlay, çıktıktan sonra Türkiye İşçi Partisi’nde siyasete girdi, daha sonra Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)’da yöneticilik yaptı.
Tutukladığında iktisat Fakültesi öğrencisi olan Yaşar Kaya, 1965’den sonra sol ve Kürt hareketi içinde yer aldı. 1991 yılında PKK’nın ilk siyasi partisi DEP’in genel başkanlığını, Özgür Gündem gazetesinin yöneticiliğini, sürgündeki Kürt Parlamentosu’nun başkanlığını yaptı.
Musa Anter, Diyarbakırlı bir gazeteci olarak girdiği hapisten, Kürt meselesi üzerine yazan bir Kürt aydın olarak çıktı ve ömrünün sonuna kadar Kürt meselesi üzerine yazdı. 1992’de Diyarbakır’da öldürüldü. Davası hala devam ediyor.
Tutuklandığında Hukuk Fakültesi 2. Sınıf öğrencisi olan Şerafettin Elçi’nin de bütün hayatı Kürt meselesi etrafında geçti. 1978 Bayındırlık Bakanı oldu. “Ben kürdüm ve Kürtler vardır” dediği için 12 Eylül rejimi tarafından tutuklandı. Vefatından önce DTP milletvekili olarak Meclis’e girdi.
Medet Serhat, Hukuk fakültesini yeni bitirmiş, 1959’daki telgrafı örgütleyen genç bir avukat adayıydı. Tahliye olduktan sonra o da Kürt siyasi hareketleri içinde yer aldı. 1994 yılında evinin önünde öldürüldü.
Tutuklandığında 55 yaşında olan Esat Cemiloğlu, Paris’te mühendislik okumuş, Türkiye’deki boksun öncülerinden, milli bir boksör olarak girdiği cezaevinden hayal kırıklıklarıyla çıktı. Siyasette Kürtlük hem veto yemesine neden oldu.
Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Nurettin Yılmaz, 1980’de Cumhurbaşkanlığı’na aday olmuştu. İlk Kürt cumhurbaşkanı adayı olarak kendisini tanıtmasının cezasını da 80 darbesinden sonra Diyarbakaır Cezaevi’nde işkence olarak gördü.
Canip Yıldırım, Yavuz Çamlıbel ve diğerleri...
1959 yılında, kendilerini “Türkiyenin istiklal ve bütünlüğünde büyük hissesi olan ve ülkenin birliğini muhafazada mertçe duran vatandaşlar” olarak tanımlayan öğrencilerinden, devlet muhalif Kürt siyasetçiler yaratmayı başarmıştı.
Altı boş bir Kürtçülük suçlamasıyla başlayan mağduriyetler, Kürt meselesini yeniden canlandırmıştı. Kürt orta sınıfının okumuş ve varlıklı bir kesimi politikleşmiş, 1959’da “Vatan menfaatlerinde Türkiye Kürtlerinin hassasiyeti, namus ve dindarlığı, sizinkiyle kıyas kabul etmez” diyen Kürtler demokrat çizgiden solculuğa doğru kaymıştı.
Sınırlarmızın ötesinde bir Kürt devleti kurulacak korkusu, sınırlarımız içinde bir Kürt devleti isteyen insanların ortaya çıkmasına sebep olmuştu. 49’lar davası aslında bugün hala süren sorunların da kapısını açmıştı.
58 yıl sonra tarih tekrarlanıyor. Aynı korkular, aynı hataları doğuruyor. Umalım ki aynı hatalar da bu kez aynı sonuçları doğurmasın.