25 Haziran 1970 günkü gazetelerde ilginç başlıklı bir haber dikkat çekiyordu: “Kendileri pis fakat vicdanları temiz iki hippi kız Halide Edip’in heykelini yıkadı.”
Habere göre İstanbul’a gezmeye gelen Hegeni ve Lena adlı İtalyan ve Norveçli iki turist kız, Sultanahmet’te dolaşırken karşılarına çıkan toz toprak içerisindeki Halide Edip’in büstünü görüp, üzülmüş, kim olduğunu etraftan öğrendikleri yazarın büstünü esnaftan buldukları su, sabun ve bezlerle yıkayıp pırıl pırıl yapmışlardı.
Bundan 50 yıl önce, iki turist kız tarafından toz toprak içinde kalmış büstünün az ilerisinde, hınca hınç dolmuş Sultanahmet Meydanı’nda İzmir’in işgalini telin eden öfkeli kalabalığı çoşturan o konuşmayı yapan 35 yaşındaki genç hatipti Halide Edip.
Konuşması sırasında bir ara “Yurdumuzun işgaline susacak mıyız; Hayııır” diye haykırmıştı.
Ama bu “hayır” onun ömrü hayatındaki tek hayır olmadı.
İstiklal Harbi’nin “Halide onbaşısı” nın bütün ömrü bir şeylere “Hayır” diye itiraz ederek geçti.
İstiklal kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal’in, Cumhuriyet’i ilanının ilk sinyallerini verdiği, İzmit’teki gazetecilerle buluşmasını eşi Adnan Bey’le birlikte o organize etmişti.
Ama asla vazgeçemediği “hayır”ları yüzünden iki yıl sonra 1925 yılında baskılardan bunalıp bakanlık yapan eşiyle birlikte yurtdışına gitmek zorunda kalmışlardı. Gitmeselerdi kendilerini bir yıl sonra diğer muhaliflerle birlikte İstiklal Mahkemeleri’nin önünde bulabilirlerdi.
Üsküdar Amerikan Koleji’nin ilk Müslüman kadın kız mezunu olan, inanmış bir Batıcı ve liberaldi ama Şapka Devrimi için görüşünü soran İngiliz gazetesine “Aptalca bir şey” demişti. Yıllarca ancak sansürlü olarak Türkiye’de yayınlanabilen yurtdışında yayınlanmış kitaplarında inkılaplar içinse “gardrop devrimciliği” demekten kendini alamamıştı.
Bu yüzden, o da biyografisinde “1939’da Türkiye’ye geri dönebildi” yazan isimlerden biri oldu.
Ama döndüğü Türkiye’de de hala “hayır” denecek çok şey oluyordu.
“Yeter söz milletindir” diyerek 1950’de Demokrat Parti listelerinden İzmir’den bağımsız olarak Meclis’e girdi ve ilk konuşmasında seçimlerin yapıldığı 14 Mayıs’ın “Demokrasi Bayramı” olarak kutlanmasını teklif etti.
Ama iktidar yıllarını eli kırbaçlı rövanşist bir iktidar yandaşı olarak geçirmedi. Bir taraftan ırkçılık, mürtecilik gibi totaliter bir ideoloji olduğunu söylediği komünizme karşı çıkarken, uzun süredir hapiste olan komünist Nazım Hikmet’i kurtarmak için mektuplar imzalıyor, af tasarıları için uğraşıyordu.
Dindar sayılmazdı ama hatıratlara göre yasak kalktığı sabah, ilk Arapça ezanı eşiyle dinlerken gözleri dolmuştu. Artık iyice anlaşılmaz hale gelmiş uyduruk Türkçeli Anayasa’nın günümüz Türkçe’sine dönüştürülmesi için ilk dilekçeyi o vermiş, Türkçe’nin yaşayan en büyük yazarlardan biri olarak Meclis’te bu tasarının lehine konuşmuştu.
Totaliter bulduğu eğitim sistemini eleştiriyor, üniversite özerkliğinden geri adım atacak adımlara karşı çıkıyordu. Yeni rejime ilk büyük “Hayır”ı demesi de fazla uzun sürmedi. DP iktidarının henüz birinci yılıydı. Atatürk büstleri tahrip ediliyordu. Demokrat Parti buna karşı sert bir Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarmaya karar vermişti. Halide Edip için en başta fikir özgürlüğüne aykırıydı bu. Kanunun aleyhine konuşacağını duyan, kendisi gibi DP vekili eşi Adnan Adıvar “Kurbanın olayım Halide, sen bu tip konuşmalar yapma, yanlış anlaşılır, çok kötü olur” diye dil dökmüştü ama kafasına koyduğu gibi Meclis kürsüsüne çıktı:
“...bu milleti Atatürk yoktan var etmiş değildir. Atatürk bu milletin evladıdır. Atatürk’e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için bir kanun yapmayı bir Şark zihniyetinin mahsulü diye telakki ederim. Tarih boyunca put haline gelen ve bugün yerlerinde yeller esen eski sanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor.”
İstiklal Harbi’nin onbaşı Halide’sinden gelen itiraz teklife karşı olan başka DP’lileri de cesaretlendirmişti.
Telaşa kapılan teklifin sahibi Demokrat Partili vekillerin ise eski defterleri açması ise uzun sürmedi. Sultanahmet Mitinglerinin baş hatibi haksız bir şekilde mandacılıkla suçlandı.
Tepkilere kızıp bir kere daha kürsüye geldiğinde ise söylediği bir söz DP’li vekilleri iyice çileden çıkarmıştı. Vekiller, kendi partilerinin bir vekiline karşı masa sıralarına vuruyordu:
“Nasılsa sevk-i talih, İzmir’in ısrarı üzerine ve sayın bir büyük adamın evime kadar gelerek bize yardım ediniz demesi üzerine ve hissen demokrat olduğum için hiç de mizacıma uymayan bu muhitin içine düşmüş bulunuyorum.”
Dünyaca ünlü bir yazar, kahraman bir İstiklal Harbi gazisi, büyük bir entelektüel olarak bu “üsttenci” sözleri DP’li vekilleri incitmişti. Sonra özür diledi ama hakkında kampanyanın başlamasını engelleyemedi.. Yurtdışındayken Atatürk’ü eleştirdiği kitapları çıkarılıp yazı dizileri yapıldı. 1925’de onun mahkemesinde yargılanmaktan son anda kurtulduğu Kılıç Ali şimdi DP milletvekili olarak ihbarcıların başını çekiyordu.
1954 seçimlerine gidilirken, artık otoriter eğilimleri artan Demokrat Parti iktidarıyla yol ayrıma geldiğini anlamıştı. Ama sessizce de çekilmek istemiyordu. Cumhuriyet gazetesine gönderdiği ve sanki İzmirli hemşerilerine bir konuşma yapıyormuş gibi kaleme alınmış Siyasi Vedanamesi, gidişata kocaman bir “Hayır” olduğu kadar Türkiye’nin hala güncel olan demokrasi meseleleri üzerine de bir manifestoydu:
“Demokrasinin bir çok şekilleri ve zamana göre tefsirleri vardır. Müfrit sağ veya sol rejimler, ideolojilerine daima demokrasi damgası vururlar. Gerek Demir Perde arkası, gerek ırkçı diktatörlükler derler ki: Halkın sesi, Hakkın sesidir; halk ve millet isterse muayyen bir durum yaratmak için mukadderatını
bir tek şahsa teslim edebilir. Fakat... buna hakikî demokratlar diktatörlük derler. Gene derler ki, millet, herhangi seçtiği ve mutlak bir ekseriyeti haiz bir meclise de isterse her hakkı, hattâ insan haklarını, anayasayı da çiğniyecek bir kudret verebilir. Böyle bir hal kendini hattâ İngiliz tarihinde dahi göstermiştir. Fakat buna tarih meclis – diktatörlüğü damgasını basmıştır. Gene derler ki, mademki halkın sesi Hakkın sesidir, o halde herhangi ihtisas ve bilgiye dayanırsa dayansın, halk kalabalığı hükmünü istediği gibi verebilir. Buna tarih bugün bilhassa haklı olarak anarşi adım verir. Hulâsa, herhangi rejimde, bilhassa demokraside, bütün kuvvetler arasında muvazene, insan münasebetlerinde nizam, idarede istikrar teessüs etmez ve şahıslar, zümreler kabiliyet ve ihtisaslarına göre kullanılmazsa, o demokrasiden hayır umulmaz... Biz de demokrasi te’sis etmek istiyorsak, ilk yapacağımız iş, memleket hayatım normal yürütebilecek en hayatî motor olan idare cihazını mutlak ve mutlak bütün zaman için partiler ve şahıslar haricinde
işleyebilecek bir hale getirmektir. Bu yapılmazsa, değil bizde herhangi bir demokraside de dahi beka mümkün değildir. Hepimizin mensub olduğumuz partiden ve seçeceğimiz milletvekilinden bunu sarahatle ve ısrarla istememizi temenni ederim. Bizim demokraside eksik görünen şey, salâhiyet ve kontrol denilen şeylerin ayarlanmamış olmasıdır. Salâhiyet olmazsa hiç bir şey yapılamaz, derece derece de olsa kontrola tâbi olmıyan salâhiyet ve kudret ergeç insan haklarını çiğneyebilir... Efeleri düşündüğüm zaman daima Akif’in en çok sevdiğim bir mısraını hatırlarım: Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”
Siyasetten çekildikten sonra evinden olan biteni sessizce izledi. 6-7 Eylül olayları için “Hepimizin yüzünü kızartan olaylar” dedi. 27 Mayıs darbesinden sonra ise sustu. Torununa göre susmasının sebebi, darbeye karşı konuşmasından çekinen İstanbul valisi Refik Tulga’nın sık ziyaretleriyle artık hastalığı ilerleyen Halide Edip’le yakından alakadar olmasıydı.
Kimsenin ağzını açamadığı günlerdi. Halide Edip, sessizliğini ise yine bir “Hayır” demek için bozdu. 27 Mayısçıların 147 öğretim üyesini üniversiteden atmasına karşı Cumhuriyet gazetesine “Ruh Mikropları” adlı bir yazı gönderdi.
Yazının girişi “O kadar ümitle ve sevinçle karşıladığımız 27 Mayıs devrimcileri” diye başlıyordu ve 147 öğretim görevlisinin üniversiteden atılması kararından bu yüzden şok duyduğunu söylüyordu. Ama devamında söyledikleri yine ona yakışan bir itirazdı:
“Ruh denilen şeyin içindeki mikroplardan kurtulması için, labaratuvarda hiçbir çare bulmak imkanı yoktur. Bu mikroplar her memlekette vardır... Bizdeki salgınlar öteden beri jurnalcilik şeklinde kendisini göstermiştir. Bir devir kapanıp bir başka devir açılınca, ihtiraslar, kinler vesair gibi ruh mikropları saikiyle insanlar kendilerine hiç fenalık etmemiş kişileri de lekeler, jurnal ederler.”
Son zamanlarında en büyük derdi, Kayseri Cezaevi’nde yatan eski Demokrat dostlarıydı. Yakınlarında onları kitapsız bırakmamalarını söylüyordu.
10 ocak 1964 günü sabaha karşı evinde vefat ettiğinde Türkiye, Başbakan asmış, iki başarısız darbe denemesi daha geçirmiş, henüz Halide Edip’in özlemini duyduğu demokrasinin çok uzağında bir ülkeydi.
Altı yıl sonra 10 Mart 1970 günü Türk Kadınlar Cemiyeti, elli yıl önce tarihi konuşmasını yaptığı Sultanahmet Meydanı’na küçük bir büstünü dikti. Törene Adalet Partisi’nin İstanbul Belediye Başkanı olan Fahri Atabey de bir çelenk göndermişti. Atabey, Yassıada’nın en rezil davası olan Bebek Davası’nda yargılanmış DP’li bir doktordu. Ama onun çelengini törene katılan solcu gençler “ABD Başkonsolosluğu’na göndersin” diyerek “Kahrolsun Amerika” sloganları eşliğinde parçaladılar.
İnsanları kızdırdığında mandacılıkla suçlanan Halide Edip’in büst açılışında atılan sloganlardı bunlar.
Çünkü, 68 hareketinin yükseldiği, Vietnam’da savaşmış ABD 6. Filo gemilerinin İstanbul’da protesto edildiği, tepkilerin merkezinde de iktidardaki Adalet Partisi’nin olduğu zamanlardı. Daha sonra deşifre olacak ordu ve aydınlar içindeki bir cunta da darbe hazırlığı içindeydi.
Halide Edip’in mütevazi büstü açılmasından dört gün sonra sabaha karşı bilinmeyen kişiler tarafından dinamitle patlatıldı.
Büyük infial yaratan olay solcu öğrencileri bir kere daha sokağa dökmüştü. “Amerikalı it evine git” sloganları atan üniversiteli kızlar “Halide Edip bayrağını yıllar sonra yine taşıyoruz” pankartıyla yürüdüler.
Büst bir hafta sonra yine Amerika karşıtı sloganlarla yeniden açıldı. Solcular büstü o günlerde başında eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın olduğu MTTB’lilerin ve “dinci”lerin dinamitlediğini iddia ediyordu.
Ama üç yıl sonra açılacak Bomba Davası’nda savcının başka bir iddiası vardı. İddianameye göre büstü 27 Mayıs darbesine giden olayların dönüm noktası olan 28 Nisan olaylarının öncüsü olan isimlerden biri olan doktor Memduh Eren patlatmıştı.
Savcıya göre bu, 9 Mart 1971’de ülkeyi darbe şartlarına hazırlamak için yapılan tehdiş eylemlerinden biriydi.
İddianameye göre genç bir psikolog doktor olan Memduh Eren’in cunta içinde bağlı olduğu iddia edilen emekli albay Talat Turhan’ın evine gelerek “Halide Edip’in putunu devirdim. Kendisini zaten Türk kadını olarak görmüyorum” demişti.
Ama işkence altında ifadelerin alındığı, yapımı süren Boğaziçi Köprüsü’nü havaya uçurmak gibi uçuk iddialar içeren bir davaydı bu. Mahkumiyet alanlar afla affedildi.
Ama tam olarak kimsenin kendinden göremediği Halide Edip’in Sultanahmet’te bir kenara atılmış büstünün kaderi değişmedi.
Her zaman onu temizleyecek hippi turist kızlar da çıkmadı.
Büstün harap hali zaman zaman gazetelere haber oldu. 1996’da büst biraz toparlanıp, bir kere daha törenle açıldı.
Sonraki yıllarda büste Halide Edip’in neredeyse bütün yüzünü kaplayan komik bir yuvarlak gözlük eklenmişti.
Bu ucube halinden şikayet eden haberler çıktı ama kimsenin pek umurunda olmadı.
Halide Edip’in büstünün kaderi de uğruna çok mücadele ettiği Türkiye’nin demokrasisine benzedi.
100 yıl önce sesiyle inlettiği Sultanahmet’in bir kenarında öylesine duruyor. Sanki bizden ümidini kesmiş, gelip kıymetini bilecek, tozunu silecek yeni turistleri bekliyor...
(Bu yazıda Halide Edip ile ilgili bilgiler tabii ki İpek Çalışlar’ın muhteşem Halide Edip biyografisinden alındı.
Halide Edip’in Siyasi Vedanamesi’ni ise sevgili arkadaşım avukat Gülçin Avşar sayesinde keşfettim. Eğer Halide Edip’in son 20 yılında verdiği hukuk ve demokrasi mücadeleleri, yaptığı müthiş konuşmalar üzerine yazmaya niyetlendiği kitabını bitirirse gizli Halide Edip Muhipleri Cemiyetimiz’i kamuoyuna ilan edebiliriz.)