Antik Yunanlar epichairekakia, Romalılar malevolentia, Çinliler xìng-zāi-lè-huò, Ruslar zloradstvo, İngilizler epicaricacy, Papua Yeni Gineliler banbanam diyorlar. Ama bu evrensel duyguyu en iyi ifade eden kelime Almanca’da: schadenfreude...
Başkasının acısından, mutsuzluğundan zevk almak, mutlu olmak demek.
Bu kadar dilde bir karşılığı olması bunun bir hastalık ya da sapma değil, karanlık tarafına ait olsa da insani bir duygu olduğunu gösteriyor.
Tabii bu duygunun Türkçe’de de bir karşılığı var: Şematet. Bugünkü dilde kullanılan haliyle “şamata”. Arapça’dan Türkçe’ye geçen kelime için Lehistanlı bir diplomat olarak 12 yıl Türkiye’de yaşayan Fransız asıllı dil bilimci François Meninski, 1680’de yayınlanan üç ciltlik Türkçe-Latince sözlük Thesaurus’da şöyle demiş: Bir kimesneye bela ve gam ve gussa yetiştüğine şad olüp sevinmek....
Bugün Türkçe’de “Gürültü”, “patırtı” anlamında kullanılan “Şamata” kelimesinde bu olumsuz anlam hala yaşıyor.
Kardeş duygu olan başkasının mutluluğundan mutsuz olmak, maraza çıkarmak, kıskanmayı en iyi karşılayan kelime ise “haset”.
Ama Taksim Meydanı’nda yılbaşı gecesi halay çeken Suriyelilere karşı yılın ilk gününü nefret ve öfke ifade ederek geçirenlerin duygusunu tam olarak bu kelimelerin hiçbiri karşılamıyor.
Bu sözlük karıştırma çabası, ukalalık olsun diye değil, hemen mühür gibi “ırkçı”, “göçmen düşmanı” sıfatlarını basıp geçmemek, bu kadar çok insanın o görüntüleri izlediğinde benzer duygulara kapılmasını anlamak, böylece o duyguyla iletişim kurabilmek için...
Çünkü bütün dünyada göçmen karşıtlığı bir fikir ve duygu olarak yükseliyor ve bu yükselişe karşı göçmenlerin haklarını savunanların, ırkçılık, göçmen karşıtlığı kartlarını çıkarması artık hiçbir işe yaramıyor. Hatta tam tersine bu acele adlandırmalar, tepkiyi büyütüyor, popülist siyasetlere bu duyguları meze ediyor.
Kendinize benzemeyenlerle birlikte yaşamak kolay bir iş değil.
Her ne kadar milliyetçiler, muhafazakarlar ülkemizin bir imparatorluk bakiyesi olduğunu söylemekten, Osmanlı haritasına bakmaktan büyük bir zevk duysalar da, Türkiye yüzyıldan fazladır, birbirine benzeyen insanların bir arada yaşadığı bir ülke.
Ermeni tehciri, imparatorluğun kaybı, mübadele ve gayri-müslim nüfusunun azalmasıyla şehirlerdeki çok renkli çok kültürlü ve çok dilli hayattan geriye tek bir renk, tek bir kültür ve tek bir dil kaldı. Bir de tabii bu çoğullukla ilgili travmatik hatıralar ve korkular.
Bu yüzyılda yaşanan en ciddi krizlerin çoğunun sebebi de bu tek tipçi huzur ortamını bozan itirazlar oldu.
Kürtlerin dilleri, dindar kadınların başörtülüleriyle, Alevilerin inançlarıyla kamusal alanda var olma talepleri tüyleri diken diken etti. Hala bunların yarattığı krizlerin izdüşümleri siyasetin ana fay hatlarını belirlemeye devam ediyor. Neyse ki Kürtçe, başörtüsü, Alevilik artık eskisi kadar tüyleri diken diken etmiyor, alışmak ile zorunda kalmak arasında değişen sebeplerle bir normalleşme yaşandı.
Son dönemde bu tek tipçi huzuruna kasteden esas büyük “tehlike” ise Suriyeli mülteciler.
Evet Türkiye ilk kez mülteci kabul etmiyor. Ama Türkiye ilk kez bu kadar büyük sayılarda, farklı dilleri ve kültürleri olan bir toplulukla birlikte yaşamaya çalışıyor.
Sadece bir şehir ve bölgede değil, neredeyse bütün şehirlerde, daha önce yaşanmamış bir tecrübe bu. Bundan 100 yıl önce Halep kazasına bağlı olan şehirler için bile şimdi Haleplilerle birlikte yaşamak alışılmadık bir durum. Retorik düzeyindeki imparatorluk bakiyesi sözü bu tecrübenin yarattığı sorunlarda işe yaramıyor. Tabii halkın çoğunun Amerikan yapımı Çağrı filminden bildiği ensar-muhacir kavramları da.
İstanbul gibi tarihin her döneminde bir mülteci ve karşılaşma şehri olmuş bir metropol için bile unutulmuş hatıralar bunlar. Kalabalık, bizden farklı ve çoğunluğu işsiz olduğu için sürekli sokaklarda olan Suriyeliler, şehirlerimiz elden gidiyor, azınlıkta mı kaldık korkularını tetikliyor.
Bir de bu Suriyeliler yılbaşı gecesi herkese kapalı olan Taksim Meydanı’nın orta yerinde bayrak açıp, halay çekmesin mi!
Verilen tepkilerin bir kısmı, son yedi yıldır yanı başımızda bütün dünyanın takip ettiği Suriye’de olan biten hakkındaki genel bilgi ve kavrayış düzeyini ortaya koyuyor.
Hayır, Suriye’de bir bağımsızlık savaşı verilmiyor.
40 yıllık bir diktatörlüğe karşı 2011’de sokak eylemleriyle başlayan isyan, bir iç savaşa dönüştü. Ama bu iç savaşta da artık pek çok farklı cephe, örgüt, ülke var. Rus ve İranlı askerlerin yönettiği Suriye rejimi askerleri, dünyanın her milletinden insanların içinde olduğu IŞİD, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar’ın destek verdiği muhalif örgütler, ABD’lilerin silah verdiği YPG arasındaki iç savaş bir bağımsızlık savaşı değil. Yani Suriye’den savaştan kaçanlar, ülkeleri için savaşmaktan kaçmadılar. Çoğu ülkelerinde hala süren ve kendilerini bir tarafına ait hissetmedikleri bir iç savaştan kaçtılar.
Büyük bir kısmı muhalifleri desteklese de son dört yıldır muhalifler çok zayıfladı, karşılarındaki ülke ve örgütlerle savaşacak durumları da yok.
O yüzden bu insanlara kendilerini ait hissetmedikleri bir iç savaşta savaşmayıp, canlarını kurtarmak için Türkiye geldikleri için hain diyemezsiniz. Özellikle de orada savaşsalardı onlara “cihatçı” diyecekler demese iyi olur.
Ve yine hayır, “o tosunlar Taksim’de eğlenirken” Türk askerleri Suriye’de, Suriyelilerin değil, Türkiye’nin çıkarları için bulunuyor. PKK ve IŞİD’in elinde bulunan topraklara yönelik operasyonların esas sebebi Türkiye’nin güvenliği. Ayrıca bu operasyonlarda Türk askerlerinin yanında Türkiye’nin desteklediği ve eğittiği Suriyeli askerler ve örgütler de savaşıyor.
Zaten “uzun sakalı adamlar”, “çarşaflı kadınlar”dan sonra yılbaşı kutlayan seküler Suriyeli gençlerin de tüyleri diken diken etmesinin sebebi herhalde esas olarak bu gerekçeler değil
Bundan on üç yıl önce, henüz Suriye’de Esad’a karşı eylem yapma fikri portakal çiçeğinde vitamin bile değilken de yılbaşı gecesi Taksim’de olanlar Türkiye’de konuşuluyordu.
Bu kez rahatsızlık yaratan Suriyeliler değil, meydanı doldurmuş, ‘magandalar’dı. O günlerde şikayet edenler “Suriyeliler her yeri işgal etti” değil, “Esenyurt ve Esenler Taksim’e aktı” diyordu.
Hem dünyadan, hem ülke içinden sürekli göç alan 20 milyonluk bir metropolde, Taksim gibi şehrin merkezi olan bir meydanda yılbaşı akşamı sadece tiplerini, kimliklerini, hallerini beğendiğiniz insanlarla baş başa kalmanız maalesef artık pek mümkün değil.
Yılbaşı geceleri Berlin’de Brandenburg Kapısı etrafını, Paris’te Şanzelize Caddesi’ni, New York’ta Times Square’i de turistler, göçmenler dolduruyor. Bu şehirlerin sakinlerinin de benzer şikayetleri oluyor.
Buraya kadar ırkçı ve mülteci karşıtı dememeyi başararak bu tepkilerin haksız taraflarını anlattık. Ama bu tepkilerde haklı olan bir taraf da var.
Sebep yine insanların mutlu olmasından duyulan başka bir çeşit mutsuzluk.
Türkiye’de bir zamanlar Taksim Meydanı’nda yılbaşı geceleri konserler düzenlenir, İstiklal Caddesi süslenir ve insanlar yeni yıla burada girerlerdi.
Benzer kutlamalar İstanbul’un diğer meydanlarında ve diğer şehirlerdeki meydanlarda da organize edilirdi.
Üstelik bu kutlamaların en görkemlilerini bir zaman AK Partili belediyeler yaparlardı.
Ama artık Taksim’de kutlamayı bırakın, en küçük bir protestonun sonu bile ıslanmadan ve gaz yemeden bitmiyor. Taksim ve İstiklal, uzun süredir şehrin sakinleri tarafından güvenli bulunmadığı ve eğlencesi kaçtığı için terk edildi.
Sadece meydanlar değil, yılbaşı akşamında kuruyemişlerini alıp televizyonların karşısına geçen sıradan insanlar da karşılarında RTÜK sopasıyla sönükleştirilmiş, eğlencesi kaçmış programlar buluyorlar.
Herkesin vergileriyle yayın yapan TRT dışında diğer kanallar da da durum farksız.
Ülkemizde yaşayan insanların önemli bir kısmı yerleşmiş bir gelenek olarak yılbaşını kutluyor. Bu hali hazırda yerli ve milli denen pek çok şeyden çok daha eski bir adet.
Bu akşam içki içenlerin sayısı da bir hayli fazla. Devletin işlettiği milli piyango biletlerinden alanların oranı ise bir partinin anayasayı değiştirecek sandalyeyi bulmasına dahi yeter.
Bu yılbaşı kültürünü yoz, Batı özentisi bulabilirsiniz. Ama insanların yılbaşı akşamları kamu alanlarında ve kamu imkanlarıyla eğlenme hakkına saygı göstermelisiniz. Mümkünse buna fırsat vermelisiniz.
Ayrıca ülkemizde yaşayan Hristiyanların kutladığı Noel’e karşı da kaş çatmak yerine de, Noel gecesi Gazze’deki bir kiliseyi ziyaret eden Hamas Lideri Haniye kadar hoşgörülü olabilmek gerek...
Yoksa bir taraftan yılbaşı kutlamalarından pek hoşlanılmadığı eylemler ve söylemlerle gösterilirken, yıllardır herhangi bir kutlamaya izin verilmemiş Taksim Meydanı’nda, hükümetle ve onun çizgisiyle özdeşleştirilmiş Suriyelileri halay çekerken görmek, bazılarının ırkçı ve mülteci düşmanlığı hislerinin kabarmasına neden olabiliyor.
Bize yasak olan, onlara serbest itirazı, ‘bize yasaksa onlara da yasak olsun’a dönüşüyor. İktidarın yılbaşına bakışını, onlar da bunu layık görmedikleri Suriyelilerin yılbaşı kutlamasına karşı takınıyor.
Yedi yıldır gün görmemiş Suriyelilerin, yılın bir günü bir kaç dakikalık mutluluğu da hasetle karşılanabiliyor.
Halbuki o kutlamaları izleyip, bunu bir entegrasyon işaret olarak görmek, Türkiye’nin herkes için güvenli ve mutlu bir liman olduğunu hissetmek ve bundan gurur duymak da mümkündü. Tabii bunun için bu ülkenin vatandaşlarının da mutlu ve güvenli hissetmesini sağlamak gerekir.
Belki Taksim’de hep birlikte kutlanabilecek bir yılbaşı organizasyonunda bugün öfkeli laflar edenler de Suriyelilerin halaylarına katılabilirdi.
Kimsenin mutluluğunun mutsuzluk sebebi olmadığı, kimsenin mutsuzluğundan mutluluk duyulmayacak, farklılıklara alışacağımız, bu çoklukta birlikte yaşamanın keyfine varacağımız bir yıl olsun...