2010 yılında İstanbul Bakırköy’de uyuşturucu madde ile yakalanan 18 yaşından küçük M.S.Ç., Bakırköy Cumhuriyet Savcısı N.Ç. tarafından tutuklanmaya sevk edilmedi.
Bir ihbar üzerine savcının rüşvet ya da iltimas sonucu bu kararı aldığı şüphesiyle soruşturma başlatıldı.
M.S.Ç’nin dayısı M.Ç., savcının Diyarbakır’dan tanıdığı hemşerisiydi. M.S.Ç’nin avukatlığını yapan İ.D. ile de savcı tanışıyordu. Üç yıl önce savcı istifa edip onun bürosunda avukatlık yapmış, bu sırada dayı M.Ç.’nin de bir davada müvekkilliğini üstlenmişti. Daha sonra mesleğe geri dönmüştü.
Savcı, dayı ve avukat hakkında rüşvet ve görevi kötüye kullanmaktan dava açıldı. Delillerden biri savcı ile dayı M.Ç. arasında ankesörlü telefonla yapılmış bir konuşmaydı. İddianamede savcının rüşvetin alındığına gösterdiği en somut delilse bu üç kişinin cep telefonlarının HTS raporuydu. Bu rapora göre üçünün cep telefonları olay tarihinde aynı baz istasyonlarından sinyal vermişti. Savcıya göre bu buluştuklarının ve rüşvet alışverişi yaptıklarının deliliydi.
Şüpheli savcı en başından itibaren tutuklamama kararının hukuki olduğunu savundu ve rüşvet ve iltimas iddialarını reddetti.
Ama mahkeme böyle düşünmedi ve ceza verdi. Konu 2012 yılında Yargıtay Ceza Kurulu’nun önüne kadar geldi.
Yargıtay’ın en üst düzey organı, benzer davalarda içtihat olacak bir karara imza atarak cep telefonlarının aynı bazdan sinyal vermesinin kişilerin buluştuğu ya da irtibat haline olduğu anlamına gelmeyeceğine hükmetti:
“Sanık M.. Ç.. ile N.. Ç.. ve İ.. D..’nın cep telefonlarının sinyal bilgilerinin incelenmesi sonucunda, olay tarihinde cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesi nedeniyle sanıkların buluştukları iddia edilmekte ise de; baz istasyonlarının geniş bir kapsama alanının olması, sanık M.. Ç..'in işyeri ile N.. Ç..'ın görev yaptığı adliye ve ikamet ettiği lojmanın birbirine yakın yerlerde bulunması ve İ.. D..'nın avukat olması dikkate alındığında cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin normal olduğu, başka bir anlatımla İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde birbirine yakın yerlerde oturan, çalışan veya tesadüfen oradan geçmekte olan insanların cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin olağan bir durum olması gözönüne alındığında, cep telefonlarının aynı baz istasyonu kapsamında sinyal vermesinin sanık M.. Ç..'in diğer sanıklarla bir araya geldiği ve görüştüğünü kabule imkan vermemektedir.”
Kararın gerekçesi ise savcıların delilleri nasıl değerlendirmesi gerektiği üzerine bir hukuk dersi gibiydi:
“Diğer taraftan, amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve uygulamada; "suçsuzluk" ya da "masumiyet karinesi" olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; "in dubio pro reo" olarak ifade edilen "şüpheden sanık yararlanır" ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından göz önünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural, dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte ispat edilebilmesidir. Gerçekleşme şekli şüpheli veya tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkûmiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkûmiyeti; herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalı, bu ispat, hiçbir şüphe ya da başka türlü oluşa imkan vermemeli, toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp, diğer kısmı gözardı edilerek ulaşılan kanaate değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir.”
Fakat Yargıtay’ın 2012 yılındaki HTS raporları hakkındaki bu içtihat kararı ve delillerin toplanması hakkındaki hukuk dersine rağmen 2018 yılında hala pek çok davada cep telefonlarının aynı bazdan sinyal vermesi iki kişi arasında irtibata delil olarak gösteriliyor.
Savcılar, sanık lehine delil toplamak şöyle dursun, bir sanığın aleyhine delil bulamayınca HTS raporlarına sarılıyor ve “telefonları aynı bazdan sinyal verdi” diyerek istedikleri kişileri birbirleriyle irtibatlı gösterebiliyorlar.
Bu delil üretmenin son zamanlardaki en meşhur örneklerinden biri Brunson davasında yaşandı.
Brunson bu HTS raporlarıyla FETÖ imamı Bekir Baz’a bağlandı.
Çünkü emniyetin raporuna göre ikisinin telefonları “4 Nisan 2011 ila 19 Ağustos 2015 tarihleri arasında bu hatların Konak, Çankaya ve Alsancak'ta birbirlerine yakın bazlarda 293 kez sinyal vermişti”.
Bu medyada “Papaz FETÖ imamıyla 293 kez görüştü” diye haber oldu. Daha insaflılar “Papaz ile FETÖ imamı arasında 293 irtibat” diye verdiler.
Halbuki milyonlarca insanın yaşadığı ve her gün geçtiği bir bölgede yaşayan herhangi iki kişinin telefonları arasında dört yıllık bir taramada bulunabilecek yakın bazlardan sinyal alma sayısıydı bu.
Aynı HTS raporlarıyla Brunson, PKK ile irtibatlandırıldı.
Çünkü HTS kayıtlarına göre cep telefonu 2014-2017 yılları arasında 1306 kez Urfa ilinin Suruç ilçesinde, 192 kez Urfa ilinin başka ilçelerinde, 2 kez Diyarbakır ilinde sinyal vermişti. Bu rakamlar da medyada “Rahip’in Urfa’ya gidiş sayısı” olarak yansıtıldı. Halbuki 1306 sayısı üç yıldaki gün sayısından bile fazlaydı. Çünkü bu sayılar gidiş değil, bu üç yılda bu illerde telefonunun verdiği baz sinyallerinin sayısıydı.
Cep telefonu baz sinyalinden irtibat delili üretmenin son kurbanlarından biri de 300’ü aşkın gündür iddianamesiz tutuklu olarak yargılanan işadamı Osman Kavala.
Gözaltına alınırken, medyada hakkında bir kaç klasör iddianame edecek kadar suçlama çıkan Kavala’nın iddianamesini savcılar nedense bir yıla yakındır yazamıyor.
İddianamenin gecikmesine tepkiler geldikçe de gazetelere deliller düşüveriyor.
Bu delillerden birinin yine bir HTS raporu olması hiç sürpriz değil.
Geçen hafta bir köşe yazarının üzerine iddianame gibi yazı döşediği bu delile göre Osman Kavala, birinci Büyükada toplantısı olarak bilinen toplantı hakkındaki soruşturmada hakkında yakalama kararı çıkarılan ABD’li Türkiye uzmanı Henry Barkey ile 93 saat 34 dakika 1 saniye telefonda konuşmuş.
Sevgililer için bile epey yüksek bir sayı olan 93 saat telefonda konuşmadan şüphelenmeyip, bunun ikisi arasında “karanlık ilişkilere” delil olduğunu iddia etti yazar.
Halbuki şimdi tekrar ısıtılan bu ‘delil’ bir yıl önce ortaya atılmıştı. O ‘haberler’den okuyalım:
“Başsavcılığın incelettiği telefon dökümlerinde Barkey, Kavala’nın şirketine ait olan ancak şirket görevlileri ya da Kavala’nın yakınlarının kullanımındaki telefonlarla 93 saat 34 dakika 1 saniye görüşme yaptı.”
Bu haberlere göre bu 93 saatlik telefon görüşmesi Mayıs 2015’den Haziran 2016 arasında İstanbul ve Diyarbakır’da gerçekleşmişti.
İddiaya göre Kavala sadece kendi telefonundan değil, 13 saat eşinin, 1.30 saat ablasının, 1.3 saat ortağının ve 54 dakikada da şirket müdürünün telefonundan Barkey ile görüşmüştü.
Karşımızda yine bir baz çakışması irtibatı delili olduğunu anlamışsınızdır.
Aslında ortada telefon görüşmesi yok, bu 93 saat ikilinin telefonlarının aynı ve yakın bazlardan birlikte sinyal verdiği süre.
Aynı sıralarda İstanbul’un bahsi geçen semtlerinde ya da Diyarbakır’da olan herkes bu yolla Barkey ve Kavala ile irtibatlı gösterilebilir. Bu yazıyı yazan yazar, haberini yapan gazeteci, bunu sızdıran kolluk görevlileri bile...
Anlaşılan soruşturmayı yürütenler bu süreleri artırmak için Kavala’yla da yetinmemiş, eşi, kardeşi, avukatı, şirket müdürünün telefonlarının baz çakışmalarını da listeye eklemişti.
Yani bin bir gürültüyle tutuklanmış ve bir yıla yakındır iddianamesiz içerde yatan ünlü bir işadamı-sivil toplum aktivisti hakkında bunca şeyden sonra gazetelere sızdırmaklık elde kalan delil telefonlarının ortak bazlardan sinyal vermesinden ibaret irtibatlar.
Geçen haftaki bazı köşe yazılarına göre fikirlerini beğenin beğenmeyin bu ülkenin bir vatandaşı olan Kavala için tek ümit de Avrupa Birliği ile yaşanan yakınlaşma süreci.
Yani kimsenin yalanlamadığı, olur mu öyle şey demediği bu iddiaya göre bir Türkiye Cumhuriyet vatandaşı hakkında adaletin yerine gelmesi ancak Avrupa’ya sunulacak bir tavizle mümkün olabilir.
Halbuki yargının sicilinin çok da parlak olmadığı 2012 yılında Türkiye’nin Yargıtay’ının kendi iradesiyle yazdığı o içtihad
üst üste çıkarılan reform paketlerinin, Avrupa Birliği ile uyum süreçlerinde elde edilen birikimin, savcılara, hakimlere verilen eğitimlerin bir sonucuydu.
Ama dün Adalet Bakanlığı’nın o eğitimlerine fon veren AB ve diğer fon kuruluşlarından fon alıp sivil toplum faaliyetleri yapmak yarın muhtemelen Osman Kavala’nın önüne suç delili olarak çıkarılacak.
Kendisine bunu layık gören bir ülke için Avrupa Birliği ne yapabilir?