Ardarda çıkan ve bestseller listelerinde ilk sıraları paylaşan Atatürk kitaplarından sonra önce 29 Ekim kutlamalarına ve ardından 10 Kasım anmalarına artan büyük ilgi...
10 Kasım anmalarında Dolmabahçe’de ve Anıtkabir’de yaşanan izdiham, Instagram, Twitter, Facebook sayfalarının her yıl olduğundan daha fazla okulumuzun Atatürk köşelerine dönmesi...
“Türkiye’nin tek çözümü Atatürk” romantizmi ve bundan 5-10 sene önce anlamlı olan ama artık cesur bir eleştiri olmayan “tek adam kültü işte” tespitleriyle geçiştirilemeyecek bir ilgi artışı bu.
Atatürk’e hakaret etti diye Karabük’te, Edirne’de yaşanan tutuklamalar, törende siren sesi, marş sıralamasına kızıp, “Hepsini görevden alın” atarı yapan valiye uzanan aşırı hassasiyet hallerinden, 10 Kasım’dan bir gün önce yaptığı ‘hasta’ ziyaretiyle vergileriyle işlerini gördüğü halkın hassasiyetlerini zedeleyen Diyanet İşleri Başkanı’na kadar üzerinde konuşulabilecekler bu ilgi karşısında tali önemde.
Çünkü daha temel bir meseleye işaret ediyor bu ilgi. Ve konunun tarihle ve Atatürk’le aslında pek de bir ilgisi yok.
Esas mesele aslında hala bugün.
Bugünden ümitler azaldıkça, gelecekle ilgili karamsarlık artıkça ya da hayaller ile gerçekler arasındaki uçurumlar açıldıkça, çareler tükendikçe gözler geçmişe, tarihe dönüyor.
Tarihte belli anlar “yitirdiğimiz” ve ancak geri dönerek kurtulacağımız “altın devirler” olarak parlıyor.
Tarihi kişiler de kusursuz, bugünün bütün meselelerini çözecek süper kahramanlar haline geliyorlar.
Yani aslında tarihi, tarihi kişilikleri özlemle hatırlamak düne özlemin değil, bugünden bunalmanın sonucu.
Gerçekte güvenliği için Saray’ının önüne İngiliz zırhlısını getirttiği İngiliz büyükelçiye, dizilerde tokat attırılan ve ancak onu anlarsak bugünü anlayabileceğimiz hayali bir Abdülhamit gibi, bugünün ihtiyaçları ve sorunlarına çare bir Atatürk de var.
10 Kasım anmaları için tvlere çıkan bir tarih profesörünün Atatürk’ün şeffaflığına, demokratlığına, hesap verilebilirliğine örnek olarak Nutuk’u ve Birinci Meclis’te yaptığı konuşmaları göstermesi de o kabilden.
Halbuki bir kere Nutuk’u baştan aşağı okumuş olsaydı, ortada hesap verilebilirlik değil, hesap sorma olduğunu görebilecekti.
Birinci Meclis’te de Meclis hükümeti sistemi vardı ve Mustafa Kemal, Polatlı’dan top sesleri gelirken Erzurum’da eleştirileri yüzünden gözaltına alınan bir gazetecinin dahi hesabını sorabilen çok dişli bir muhalefete hesap vermek zorundaydı. Bundan da çok hoşlanmadığı için İkinci Meclis’te onları tasfiye etmişti.
Ama fırsatını bulup 10 Kasım’da tvye çıkmış profesörün, bugünün hesap verilebilirlik, şeffaflık, Meclis’in zayıflayan denetim gücüyle ilgili söylemek istediklerini Atatürk’e söyletmesinin iyi ve risksiz bir fikir olduğu kesin.
Saygın bir ekonomist de aynı güvenli yoldan giderek bugün uygulanmamasından şikayet ettiği yapısal reformlara örnek olarak Atatürk devrimlerini gösterdi.
“Yapısal reform mutlak monarşiyi cumhuriyete dönüştürebilmektir. Dünyada pek az ülkede varken kadınlara erkeklerle eşit haklar verebilmektir. Uçak fabrikasını 1926 yılında kurabilmektir yapısal reform” diye uzayan listeye tabii ki 1924’de muhalefetin tasfiyesi, bugünkü OHAL, hukuksuzlar neyse o olan Takrir-i Sükun Kanunu, İstiklal Mahkemeleri girememiş.
Girse “İstiklal Harbi’nin komutanlarını idamla yargılatan, Halide Edip’i bile ülkeden kaçıran, ülkenin en ünlü gazetecilerini tutuklatan, sürgüne gönderten bir ülkeye yabancı yatırımcı gelir mi” ye kadar bağlanabilirdi bu anakronizmin ucu.
Ama bir kere balı, plastik yapma demeden sadece en güzel çiçeklerden toplamaya niyetlenince, 1908’den beri meşruti monarşiyle yönetilen, Meclis’i, partileri, seçimleri olan bir ülke birden mutlak monarşiye dönüyor, 1925’de Atina’ya bir uçak fabrikası açınca denge için 1926’da uçak fabrikası açtırılan Alman Junkers firmasının, kötü yönetim, iflasla iki sene sonra kapanan uçak fabrikasından yapısal reform çıkarılabiliyor.
Haliyle, 1923’den itibaren kadınlara seçme ve seçilme hakkı isteyen Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının başına gelenler ise bu yapısal reformların altında kalıyor.
Benzetmekte sınırlar kalktıysa birileri de 1928’de Amerikalı misyoner okulunun öğretmenlerin yargılanmasıyla gerilen Türk-Amerikan ilişkilerini, Brunson krizine benzetilebilir, “eskiden her şey rasyonel, hukuki, bilimsel, barışçıydı ülke sonradan bozdu” hikayesine bir delik daha açılabilir.
Bugünün yapısal reform listesinin ilk sıralarında olan hukuk, demokrasi, ehliyet-liyakat meselelerini, “o günün şartları” diyerek dünkü insanlara layık görmeme hakkımız yok. Çünkü onlar da bunlar için mücadele etmiş, bu mücadeleler hapis, sürgün, idamlarla neticelenmişti. Hikayenin sonu tarihsel değil, insani ve evrensel...
O yüzden bugünün beka kaygısının sihirli formülü Abdülhamit’te bulunmayacağı gibi, bugünün hukuk, demokrasi, medya özgürlüğü, hesap verilebilirlik, ehliyet-liyakat sorunlarının çaresi de Atatürk’te ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında bulunamaz.
Orada bulduklarınız sizi mutlu etmeyecektir.
Ama yine de bir toplumun çareleri geçmişte araması bugün kendi sorunları üzerine hiç konuşmadığının ve çaresizliğinin işareti.
Fikri tartışmaların her an karakolda, savcı karşısında bittiği, medyada çok sesliliğinin azaldığı, sivil toplumun kriminalize olduğu, sokaklarda basın açıklaması yapmanın bile bir valinin iki dudağının arasına baktığı bir ortamda, 29 Ekimler ve 10 Kasımlar meşru ve risksiz bir muhalif boy gösterme fırsatına dönüşüyor. Atatürk, sığınılacak güvenli ve risksiz bir liman haline geliyor.
İktidar, günlük siyasete tarihi çağırdıkça, muhalefet de tarihi çağırıyor.
Bugün Türkiye’de darbe girişimi, PKK terörü, dış politikada yaşanan krizler sonrası meşru tartışma alanında mevcut iktidarın resmi görüşü ve eski iktidarın resmi görüşü baş başa kalmış görünüyor.
Türkiye’nin bugün en iddialı ve meşru muhalefet lideri de bir nevi Atatürk oluyor.
2018 yılında önümüzde bu kadar çok seçenek kalmış olması büyük bir başarı hikayesi olsa gerek!