AK Parti’de 22 yıl sonra gelen ilk ikincilik ve seçim yenilgisi şimdilik öksüz kalmış görünüyor.
Bazı siyasetçiler, gazeteciler güzel günlerde ettikleri yarım kelimelik eleştirilere sığınıyor, biraz dışlanmışlar, görev verilmemişler içerdekileri parmakla suçlama fırsatını kaçırmıyor, “Ben demiştim”ler, “Ben uyarmıştım, dinlenmedi”ler havalarda uçuşuyor.
Seçim muhasebesi, esas muhasebesi yapılması gereken tasfiyecilik için yeni bir vesile de olmak üzere.
Yenilginin sorumluluğunu “kibirli”lerde bulanlar pek de mütevazilikleriyle malum sayılmazken, faturayı kolay ve maliyetsiz adreslere göndererek “İstanbul Sözleşmesi” üzerinden Özlem Zengin’i, “itsever”lik diyerek başka bir kadın milletvekilini suçlayanların kafasındaki ideal AK Parti de baraj altında kalacak sekter bir parti olabilir ancak.
Muhasebeye en yakın tartışma ise Van krizi üzerinden yaşanıyor.
Son anda YSK’den dönen sandık gaspını eleştiren AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, eski İstanbul İl başkanı, milletvekili ve MKYK üyesi Aziz Babuşçu, eski MEB Hüseyin Çelik, eski milletvekilleri Adnan Boynukara, Orhan Atalay, Orhan Miroğlu, Mehmet Metiner gibi isimler karşılarında, bütün bu isimlerin hepsinden çok daha sonraki bir tarihte AK Parti trenine binmiş Cumhurbaşkanı’nın ünlü başhukukçusunu buldular.
Üstelik kendilerine “Muhalefetin tüm aktörlerinin ve daha çarpıcısı iktidar içinde yer aldığı kabul edilen ve neo liberal zehirle zihin dünyalarını batıcılığa teslim etmişlerin Van olayında aldıkları tutumların kaydedildiğini de herkes fark eder” diye parmak sallarken.
İslamcı ya da Milli Görüşçü kökeni olmayan, seküler AK Partili kanaat önderleri için artık liberallik imkanı da kalmayınca ideolojik tek tutamak noktası külüstür ve ucuz bir anti-emperyalizm ve anti-küreselcilik oluyor.
Ama yine de Berlin Duvarı çökene kadar Moskova’ya bağlı kalmış bir komünist, ardından sırasıyla Amerikan vizesi acentalığı, liberal-sol aktivistlik, küresel fonlarla dönen sivil toplumculuk yapmış biri için, kırk yıllık İslamcıları “neo-liberal zehirle zihin dünyalarını Batıcılığa teslim etmekle suçlamak” için aşırı özgüvenden fazlası gerekir.
Bir zamanlar kapılarını, güvenlik güçlerine taş attıkları için hapiste olan Kürt çocuklarını kurtarmak için çalmış idealist bir avukatı, bugün kapılarını seçilmiş bir Kürt belediye başkanının hakkını savundukları için yumruklarken görenler de bir hayli şaşırıyor olmalı.
Ama ilhamlarını halktan, teşkilatlardan değil, doğrudan doğruya Reis’ten alan güç simsarları için müthiş fırsatlarla dolu bir ortam var.
O kadar ki yeni bindiğin trene 40 yıl önce binmiş, iyi havalarda değil Pınarhisar’a giderken Cumhurbaşkanı’nın avukatlığını yapmış bir parti büyüğüne, “tutumunuz kaydediliyor” diye Sovyetlerden bir parti komiseri gibi tehdit savurabiliyorsun ve günün sonunda da mesajını silen sen olmuyorsun.
AK Parti’nin muhasebe etmesi gereken dört dörtlük bir yapısal mesele bu.
Yine de çözümü mümkün, güçlü bir iradeyle yönetilebilir.
Ama AK Parti’nin esas daha ciddi bir derdi var;
31 Mart seçimleriyle çıplak gözle herkesin gördüğü gibi uzun süredir AK Parti havuzu su kaçırıyor.
Bu, tamircilerin çözebileceği teknik bir sorun da değil.
Yapısal, sosyolojik, demografik bir mesele var karşımızda.
AK Parti’nin yelkenlerini şişiren sosyal değişimler artık ters yönden esiyor.
Bu değişimlerin bir kısmı AK Parti’nin bizzat kendi eseri.
En başta artan şehirleşme ve son yıllarda erimeye başlasa da orta sınıflaşma.
AK Parti, bu iki büyük trendin hem sonucu hem de failiydi.
Bu iki değişim dalgası Milli Görüş gibi ideolojik kapalı bir hareketten liberal-muhafazakar- dünyaya açık bir kitle partisi yaratıp, tek başına iktidara taşıdı.
Ve AK Parti başarılı bir iktidar tecrübesiyle bu iki trendin ivmesini artırdı.
Çok beylik laflar olduğu için AK Parti’nin kendi kuyusuna kazarcasına yaptığını bir cümlede özetlemek gerekirse; şehirleşme ve orta sınıflaşma melezleşmeyi, gettolarından çıkmayı, birlikte yaşamayı ve nihayet sekülerleşmeyi getirdi.
Ama sürekli tasfiyeler, dar kadroculuk, azalan kapsayıcılık, ifade hürriyetinin mutlak sadakatle öldürülmesiyle çölleşen fikri, kültürel ve sosyal hayat, şehirli sınıfları evde tutacak bir “kültürel iktidar” kuramadı.
İktidarla bu yeni şehirli alt ve orta sınıflar arasındaki en sağlam bağ olan ekonomik gelişme de son beş yıldır geriye doğru sarıyor.
2013’de 13 bin dolara çıktıktan sonra 7 binlere doğru yuvarlanan milli gelirdeki düşüş, enflasyon bir tarafa artık Türkiye’de geniş halk yığınları için hayat 2002 öncesinden daha müreffeh değil.
Eskiden hastaneler, eczaneler, kuyruklar, otobüsler hikayesinin son kullanım tarihi geçti.
Bunun sonucunda AK Parti 2017’den bu yana büyükşehirleri istikrarlı olarak yavaş yavaş kaybediyor.
2018’deki süper zayıf cumhurbaşkanı adaylarına karşı kılpayı alınan iyi sonuca rağmen 2019, 2023’de bu trend artarak devam etti ve 2024 seçimleriyle AK Parti’nin Karadeniz dışındaki denizlerle irtibatı kesildi, batıda Bursa, Balıkesir, Denizli, Afyon, Manisa da kaybedildi, AK Parti Kocaeli, Sakarya dışında bir İç Anadolu ve Karadeniz partisine döndü.
Genç oylarda da şehirleşme ve sekülerleşme trendi AK Parti aleyhine çalışıyor uzun süredir.
2019 yılından bu yana yeni seçmenlerin açık ara birinci partisi CHP. Yüzde 50’lerdeki CHP’ye sempatinin yanında AK Parti yüzde 22’de kalmış görünüyor.
Yani havuz en baştan sosyolojik olarak su kaçırıyor.
Ama havuzda tek bir delik yok, başka bir yerinden de demografik olarak sular dışarıya akıyor.
Türkiye nüfusu yaşlanıyor.
Hala Türkiye ortalamasının üstünde genç bir nüfusa sahip ise bir büyük kitle var: Kürtler.
Kürtler 2015’den bu yana çözüm süreciyle açılan meşru alanla ve orada görünür olan Demirtaş’ın karizmasıyla demografik güçlerini siyasete tahvil etmeye başladılar.
Bölge’deki oyları domine etmek dışında, “Büyükşehirlerdeki Kürt oyları” diye bir fenomen ortaya çıktı. Hatta sırf bunu araştıran araştırma şirketleri kuruldu.
Bu Kürt demografisiyle AK Parti iktidarı 2015’den beri kavgalı.
Kobani meselesinin tetiklediği Kürt milliyetçiliğiyle başlayan kopuş, yeni nesil Kürtlerin rol modeli Demirtaş’ın hapse atılmasıyla büyüdü, kayyumlarla bir gurur meselesine döndü ve güçlü ve sert bir iktidar karşısında çaresiz ve öfkeli hisseden Kürtlerin önlerine sandık geldiğinde AK Parti’ye bir ders verme arzusunu, ne Öcalan, ne Zana’dan gelen çağrılar da törpüleyemiyor.
AK Parti, yeni seçmenler içinde oranları sürekli artan Kürt yeni nesilleri neredeyse tamamen kaybetmiş bir parti artık. Orta yaş üstü muhafazakar Kürtlerin de tutunacak pek dalı kalmadı. İstanbul’un Kürt nüfusunun yoğun olduğu ilçelerinde CHP’ye doğru oy kayışı 2024’de artarak sürdü: Sadece DEM seçmeni değil, daha muhafazakar ilçelerdeki eskiden AK Parti seçmeni olan Kürt seçmenler de artık AK Parti’den uzaklaşıyor.
Adıyaman’daki Kürtlerin CHP’ye rahatça oy vermeye başlaması bu değişimin en çarpıcı sonucu oldu.
Özetle; Kürtçe televizyonu açan, Cumhuriyet tarihinin en radikal siyasi projesi olan çözüm sürecini yapan, Dersim Katliamı için özür dileyen bir iktidar artık en büyük düşman.
Bu büyüyen demografik Kürt gerçeği de AK Parti aleyhine işliyor. Her seçimde etkisi artarak büyüyor.
Siyasetteki değişimin ivmesi de AK Parti havuzunu boşaltıyor, partiye akan yeni su kaynakları kesiliyor.
Bir zamanlar çevresinde büyük bir fikri koalisyon kuran AK Parti, uzun süredir kapsayıcı değil, partilileri birleştiren fikri saikler azalıyor, geriye sadece Erdoğan sevgisi kalıyor.
Onun kapsayıcılığı ve taşıyıcılığının da sınırları yüzde 50’nin sınırlarında dolaşıyor. Giderek de zayıflıyor.
İktidarın kapsayıcı değil dışlayıcı olmasıyla, AK Parti’nin insan havuzu sürekli tasfiyelerle küçülürken, iktidarın gadrine uğramışların, öfkeli AK Parti yorgunları ve kızgınlarının havuzu büyüyor. Bir zamanlar AK Parti aldıkları oy kadar rıza oranını da ölçen bir partiydi Artık gri alanda kimse kalmadı. Fanlar ve nefret edenler diye iki büyük havuz oluştu. O yüzde AK Parti’ye başka havuzlardan geçişler olmuyor.
Nihayet AK Parti, 31 Mart’ta aday diye parlatacak sıkıcı ve emir kulu bürokratlar, yüzleri eskimiş siyasetçiler, yaşlı ve yorgun belediye başkanlarından başkasını bulamadı.
Son yerel seçimde AK Parti’nin en parlayan ve görece kendi şehrinde en fazla oyunu artıran adayı parti içinden gelen yeni kuşaktan bir isim olan Hamza Dağ’dı.
Buna karşı bir zamanlar yaşlı ve asık suratlı parti kodamanlarından oluşan CHP ise yepyeni, genç, eğitimli, parlak insanlarla vitrinini yenilemiş olarak halkın karşısına çıktı.
AK Parti’nin kapıları devlet ricali tarafından tutulmuş, Cumhurbaşkanı’nın yakın çevresinden iyi hal kağıdı alamayanların girişine izin verilmezken, CHP kapılarını araladı, farklı siyasi eğilimlerden gelen isimler CHP adayı olarak seçim kazandılar.
CHP sadece kapılarını siyasetçilere açmadı, özellikle CHP’nin siyasi stratejilerini belirleyen İmamoğlu’nun kurduğu ekiplerde liberal, muhafazakar, Kürt entelektüeller, gençler görev aldı, strateji üretti, anketler yaptı.
İktidar bir zamanlar çevresinde olan fikir insanlarını, akademisyenleri, gazetecileri, reklamcıları tek tek sırtlarına birer damga vurup dışladığı için AK Parti’nin seçim kampanyalarında bu fikri çeşitlilik ve renklilik yoktu.
Siyasi stratejiler seçim yorgunu parti kadrolarına ve dağıtılan bütçelere göz koymuş çok da yetenekli olmayan partiye yakın profesyonellere emanetti.
Yıllarca tasfiyelerle zaten daralmış, trolleşmek zorunda bırakılmış, inandırıcılık, güven, yaratıcılıktan yoksun iktidara yakın medyanın Sovyetik, tek tip parti propagandası bu yerel seçimde etkisizdi, çeşitli nedenlerle anaakım medyalardan kovulmuş isimlerin oluşturduğu muhalif medyalar ise yaratıcı, hevesli ve ikna ediciydi.
Bu kadar medya tecrübesinden, fikri birikiminden, yetişmiş insan potansiyelinden sonra AK Parti’nin anakım medyadaki yüzü Hakan Ural oldu demek herhalde yeterlidir.
AK Parti havuzu su kaçırırken, CHP havuzu dolmaya başladı.
Kılıçdaroğlu’nun muhafazakarlara ve Kürtlere doğru atmaya cesaret ettiği küçük, amatör, derinliksiz adımlarla epey bir mesafe gidildi, kadrolar sağ, muhafazakar, Kürt kökenli siyasetçilerle takviye edildi. AK Parti havuzundan CHP’ye doğru akan küçük kanallar açıldı. Şimdilik o kanallardaki su cılız akıyor ama debisi gittikçe artacaktır.
Yani sadece ekonomi, aday tercihleri ya da “iktidar kibri” değil, bir tür farkına varılmayan iç kanama gibi sosyal, demografik, siyasi değişim de AK Parti havuzunu yavaş yavaş boşaltıyor.
AK Parti ile kitleler arasındaki sadakat ilişkisi azalıyor. Ekonomik sıkıntılara sabretmek için fikri, dini, milli motivasyonlar artık yetmiyor, değişmeyen propaganda argümanları ikna ediciliğini kaybediyor, kopuş kolaylaşıyor.
Sular sadece fazla uzamış bir partinin iktidarından akıp gitmiyor, büyük kalabalıkların büyük mücadelelerle biriktirdiği miras ve itibardan da gidiyor.
Halbuki o havuz kolay dolmamıştı.
AK Parti, Türkiye’deki muhafazakarların uzun mücadeleler sonunda kurdukları bir kale ve babaeviydi.
Ama baba artık o kadar şefkatli değil, pek çok insan o evden atılmış, evin kapıları içeriden kilitlenmiş, içeride olanlar dışarıda olanlarla irtibatı kesmiş, evin dışına atılanlar da ellerine aldıkları baltalarla o evi yıkmaya çalışıyor.
80’lerden beri dolan fikri, siyasi, sosyal bir havuz boşalıyor.
Kısa hayatlarımızda tanık olduğumuz tarihsel bir zaman diliminin sonlarına doğru gidiyoruz.
Havuz boşalıyor, zaman, sosyal gelişmenin yönü hem AK Parti’nin hem de Türkiye’deki muhafazakarların aleyhine işliyor.
Bu havuz probleminin çözümü için de ileri derecede matematik bilmeye gerek yok.