“Kayseri Cezaevi denilen zindandayım. Boynuna “Ölüm yaftası” takılmış, ellerine arkadan kelepçe vurulmuş, idam sehpasına doğru işkence altında sürüklenmiş, bu maddi ve manevi ıstıraptan sonra cezası müebbet yani ömrü boyunca hapse çevrilmiş bir mahkumum. Bu halimle bahtsız mıyım bahtiyar mıyım, bunun hükmünü, ileride ihtiyar tarihinin vereceğini düşünürken Muammer Çavuşoğlu arkadaşım, sevgili kızı adına intibalarımı kaydetmek için, bu defteri uzattı.”
Yassıada Mahkemeleri’nde hakkında verilen idam kararı müebbet hapse çevrilerek Kayseri Cezaevi’ne gönderilen Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 1961 yılında cezaevindeyken bu satırları yazdığı anı defteri, yine müebbet hapis cezasıyla cezaevinde yatan DP’li eski bakan Muammer Çavuşoğlu’nun kızı Nazlı Çavuşoğlu’na aitti.
Cezaevindeki mahkum Demokratlara anı defterine yazı yazdırmayı düşündüğünde henüz gazeteci değildi, sadece 16 yaşında bir Notre Dame De Sion Lisesi öğrencisiydi. Ve henüz bizim onu tanıdığımız soyadını da almamıştı: Ilıcak.
Yassıada kararlarının bütün gazetelerde “Nihayet adaletin yerini bulması” olarak coşkuyla alkışlandığı günlerde Demokratların yattığı hapishaneye bir anı defteri sokmak bile cesaret işiydi.
1962’nin sonlarına doğru af kararı çıktı. 27 Mayıs’ı savunan kalemler bu kez affa şiddetle karşı çıktılar.
Muammer Çavuşoğlu diğer DP’li bazı siyasetçilerle birlikte İstanbul Toptaşı Cezaevi’nden çıkarken onu karşılayan kızı Nazlı’yla sarıldığı fotoğraf karesi ertesi günkü gazetelerin birinci sayfalarındaydı.
Birinci sayfasında bu kavuşma fotoğrafı olan Milliyet gazetesinin en popüler köşe yazarı Çetin Altan ise Taş adlı köşesinde bu affa da taş atmış, DP dönemindeki sokak olaylarında hayatını kaybetmiş bir arkadaşını hatırlatıp “o sizin gibi akşam evinde yatamayacak” demişti.
10 yıl sonra pozisyonlar değişti. 12 Mart darbesinin ardından başlayan operasyonlarda ordu içinde kurulan bir cunta ile işbirliğiyle suçlanan gazeteciler ve yazarlar gözaltına alınıp, tutuklanmaya başladılar.
Tutuklananlardan biri de Çetin Altan’dı. Tutuklanan gazeteci ve yazarların işkence altında verdikleri ifadeler ise milliyetçi gazetelerde, en başta Tercüman Gazetesi’nde yayınlanıyordu. Nazlı Ilıcak’ın eşinin sahibi olduğu, kendisinin de gazeteciliğe başladığı gazetede.
1965’de Türkiye İşçi Partisi’nden meclise de girmiş olan Altan, cezaevinde 18 ayını doldurduğu 1973 yılında Guardian gazetesine haber oldu. Haberin başlığı “Hapisteki yazar altı dava ile karşı karşıya”ydı.
Altan, cezaevi şartları yüzünden gözlerinden birini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı ama henüz sadece Cumhurbaşkanına hakaretten aldığı cezasını yatmıştı.
Daha sırada 6-7 yıl önce yazdığı iki makaleden dolayı aldığı 7.5 yıllık hapis cezaları vardı. Neyse ki iki yılı tamamladıktan sonra bir afla hapishaneden çıkmıştı.
Sonra 1980 darbesi oldu.
Bu kez herkes darbenin mağduruydu. Bütün partiler kapatılmış, liderler gözaltına alınmıştı.
Devlete sadakatleriyle bilinen MHP’liler de içerideydi, MHP davasında başta Türkeş olmak üzere siyasetçiler ve yazarlar idamla yargılanıyorlardı.
Mahkemeleri eleştirmek cesaret işiydi. Özellikle de gazeteciler arasında pek de taraftarı olmayan MHP’lileri savunan bir şey yazmak zordu.
İşte o günlerde Tercüman gazetesinde bir yazı çıktı: “Faşizm yargılanıyor”
MHP’lilerin faşizmle suçlanmasını ve idamla yargılanmasını eleştiren yazar Nazlı Ilıcak’tı.
Kendisiyle görüşen bir MHP’li vekilin eşinin ricası üzerine bu yazıyı yazmıştı.
Hakkında hemen soruşturma açıldı, çabucak mahkum oldu, 60 gün hapis cezası aldı. 1982 yılında 38 yaşında kadın bir gazeteci olarak Bayrampaşa Cezaevi’ne girdi.
Ve 28 Şubat yılları.
Ilıcak artık Yeni Şafak yazarıydı. Andıç belgesini ilk o yayınlamıştı. 1999 yılında Fazilet Partisi milletvekili olarak Meclis’e girmişti. Merve Kavakçı linç edilirken yanında durmaya cesaret eden tek milletvekili de oydu. Bunun cezasını da FP kapatılırken, beş yıl siyasi yasak konan iki milletvekilinden biri olarak ödedi.
2001 yılında AK Parti kurulurken de aktif bir destekçi oldu. AK Parti kurucularını İstanbul’daki işadamları ve gazetecilerle evinde verdiği davetlerle bir araya getirmişti. 2014 yılına kadar da hükümeti destekleyen yazılar yazdı.
Daha sonraki ayrışmada ise ısrarla cemaatin ortaya çıkan karanlık yüzünü görmedi, polis ve yargı eliyle siyasete darbe yapılmasına karşı kendisinden beklenen demokrat tavrı almadı. Polis müdürlerinin propagandalarına inandı. Cemaati aklayan bir kitap dahi yazdı. O günlerde onun bu tutumunu eleştiren çokça yazı yazmıştık. Şimdi artık bunların önemi yok.
Nazlı Ilıcak, 15 temmuz darbe girişiminden sonra gözaltına alındı. Çıkarıldığı ilk mahkemede FETÖ tarafından “kandırıldığını ve örgütün gerçek yüzünü göremediği için pişman olduğunu” söyledi.
Ve geçen hafta üç darbenin mağduru olmuş bir gazeteci, Anayasa Mahkemesi’nin bile fikir özgürlüğü dediği yazı ve sözlerden başka içinde delil olmayan, 12 Eylül’de hapis yatmış bir gazeteciye darbecilik suçu isnat etmek için 12 Eylül’den önce yazdığı bir yazının bile deliller klasörüne konduğu bir iddianameyle, sadece yanlış çıkan fikirleri ve yanlış bir pozisyonda ısrarı yüzünden darbecilik suçlamasıyla 74 yaşında müebbet cezası aldı.
Daha önceki iki darbede karşı cephelerde olduğu, 2009 yılında Başbakan’ın elinden devletin Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü almış Çetin Altan’ın iki oğlu Ahmet ve Mehmet Altan’la birlikte.
O ödül töreninde Başbakan’ın “Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye artık ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkum eden bir Türkiye’dir, ne de Nazım Hikmet’i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye’dir. O alıngan, o vehimler üreten Türkiye, artık yerini öz güvene bırakmıştır” demesinden ise 9 yıl sonra.
Bu müebbet kararına, Nazlı Ilıcak’ın da son ana kadar en ufak bir şüphe duymadan hararetle savunduğu Ergenekon ve Balyoz davalarında mağdur olmuş bazı isimler, onlara yakın avukatlar ve gazeteciler, “Adaletin yerini bulması” dediler.
Muhtemelen bu hafta içinde yine bu adalet sisteminin arızalarının eseri olan 28 Şubat davasında kararlar açıkladığında bu kez başkaları “Adalet yerini buldu” diyecek ama llıcak ve Altanlara müebbette adalet bulan bu isimler bu kararı eleştirecekler.
Halbuki, İstiklal Mahkemeleri’nden, komünist tevkifatlarına, Irkçılık Turancılık davasından, Yassıada Mahkemeleri’ne, 12 Mart mahkemelerinden, 12 Eylül mahkemelerine, 28 Şubat mahkemelerinden Ergenekon davalarına kadar Türkiye’de bütün kesimleri en az bir kere mağdur etmiş, hakim siyasi atmosferin eseri olan ve iktidarın gölgesinin üzerinde olduğu dönem davalarının hiçbirinde “Adalet yerini bulmadı.”
Bu adalet ve hukuk anlayışı devam ettiği için de bugün de pek çok davada, dün olduğu gibi belki kişisel intikam duygularınız tatmin olabilir, yüreğiniz soğuyabilir, sonuç siyaseten size faydalı gelebilir ama “Adalet yerini bulmuyor.”
Adalet yokluğunda, adalet kırıntıları bulup karnını doyuranlar sayesinde de bu sistem değişmiyor. Döngü sürüyor, bir kaç tur sonra da başka adaletsizliklere “Adalet yerini buldu” demişleri o adaletsizlikler buluyor.
16 yaşındaki Nazlı Çavuşoğlu’nun 1961 yılında Kayseri Cezaevi’ne soktuğu anı defterine yazanlardan biri Demokrat Parti milletvekili Burhan Belge’ydi.
1920’lerde sosyalist fikirlerle girdiği siyaset arenasında, 30’ların başında CHP’yi devletçi sol bir çizgiye çekmek için çıkarılan hükümet destekli Kemalist Kadro ekibinde yer almış, sonra o kadar solculuk CHP’ye ağır gelince kapatılan dergiden sağa kaymış, 1950’den sonra DP’yi desteklemiş, DP’den milletvekili seçilmiş ve Yassıada’da yargılanmıştı. Bütün bu yaşadıklarına rağmen müebbetle yattığı hapishanede dahi ümidini koruyordu:
“Nazlı, senin hayat levhan temiz, boş , tertemiz, manasız husumetlerin yarattığı bir faciaya dair tafsilatın o levhayı kaplamasına ne lüzum var. Sen ve senin neslin, husumeti, düşmanlığı, kini yahut öç almayı değil, yalnız ve yalnız sevgiyi taşıyacaksınız ve sizden sonraki nesillere, sevginin müjde ve mesajını ileteceksiniz ki sadece bugünkü yaraların kapanması ile kalmasın; bu aziz milletin bağrında bir daha böylesine yaralar açılmasın.”
Maalesef, o tarihten sonra da hukuk eliyle yeni yaralar açıldı, husumetler bir sonraki nesillere miras kaldı, hayat levhaları kirlendi.
Yaraların kapanması, husumetlerin ve pişmanlıkların bizden sonraki nesillere de kalmamasının ise tek bir yolu var: Adalet’in gerçekten yerini bulması...