Sinan Uluant’ın hâtıra üçlemesi ve ‘Ayverdiler’

A. Yağmur Tunalı

Tasavvuf bizdeki insan ve toplum bozulmasının belki en önemli ayağıdır. Çünkü biz Selçuklu asırlarından itibaren tasavvuf çeşnili bir hayat yaşadık. Tasavvuf teoride kalamaz, pratiktir. Yılmaz Öztuna’ya göre, Osmanlı tarihinden tasavvufu çıkarırsanız kuru bir iskelet kalır. Bu söz, hem altı yüzyıllık bir saltanatın devam sırlarını, hem de dağılış sebeplerini verir. Sinan Uluant’ın hatıra üçlemesinde bu devam sırrını düşündüm. Üçleme dediğim kitapları Kubbealtı yayınladı: ‘Yetmişinden Sonra Akılda Kalanlar’, ‘Neye Beyhûde Emekler’ ve sonuncusu ‘Ayverdiler’. Hepsinde Fatih’te bir konak çevresinde yaşayanlar ve yaşadıkları anlatılıyor. Sade bir dil ve anlatımla yazılmış. Bu, eskilerin günlük hayatlarında kullandıkları ve kendi canlılığı içinde akan bir dil. Sohbet dili. Verilen bilgilere, o yaşanmış hayatların sahiciliği ve değerine bu da dâhil. Uluant yazmıyor, anlatıyor. Kendisinin “Ben yazar değilim” demesini böyle de anlamak lazım. Fakat bu bir edebî anlatı aslında. Bugünün insanının artık kolayca edinemeyeceği bir dil. Çünkü bu dil yetmiş yıl öncesinin, yüzyıllar içinden süzülüp gelen işlenmiş dili. Anlatılan konak çevresinin insanlarının titizlikle uyduğu yaşama ilkelerinin dili. O hayatın dili. Abartı yok. Her biri bir seviyenin ve insan değerinin timsali kişilerle ilgili yaşananlar peş peşe akıyor. Bizim için fevkalâde görünenler sıradan bir durummuş gibi veriliyor. Çünkü o insanların hayatı tam da böyle. Gerçi yazarın bugüne döndüğü nadir anlarda yaşadığımız kuruluğu hissettiren cümleleri de var. Kayıplara yanmanın söylenmemesi nasıl mümkün olsun!

Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve İlhan Ayverdi için ‘Ayverdiler’ deniyor. Üçüncü kitaba ‘Ayverdiler’ adının konması da bundan. Konak çevresinin insanlarında, Ayverdiler’de timsalleşen ortak özellikler dikkati çekiyor. Hepsi menfaat duygusundan uzak ve daima verici insanlar. “Bundan daha büyük olağanüstülük olabilir mi?” diyeceksiniz, evet doğru.

Kendini unutan insan tipine biz idealist diyoruz. Bu heyette de diğergâmlık, başkalarına faydalı olmak için yaşama ve vatan düşüncesi ideal halinde. Türk tasavvufunun ana hedefi de bu olsa gerek. Türk devletinin devam sırlarında bu özelliğin türlü görünüşleri hâkim değil midir? Doğan çocuğuna “Ya gazi ol, ya şehid!” diyen ananın duygusunu başka türlü nasıl açıklayacağız?

Uluant’ın yazma tercihinden farklı bir cümle etmeye mecburum. Farklılık dediğim de şu: O çok fazla şahsi düşüncelere ve özellikle duygulara girmemeye çalışmış. En yakınında bulunduğu kimseler için ne düşündüğü ve özellikle hisleri öne çıkmıyor. Bunu derinden derin hissediyorsunuz ama yazar kendini geride tutmayı ihmal etmiyor. Ben kimlerleydim, neler gördüm ve yaşadım havasında bir böbürlenme haline düşmüyor. Üçlemenin sonuncusunda ben yazar kadar temkinli olamadım. Eser, beni derinden sarstı. Her üçünü de tanıdığım Ayverdileri hemen bütün yönleriyle veren satırlarda benim için eksik kalan fotoğraf renkleri tamamlanmış gibi hissettim. Bu hayat çizgileri etrafında şekillenecek biyografik yayınlar hayal ettim. Çünkü bizi bize hatırlatacak bu insanların hayat hikâyeleri ve yeni yorumlardır. Bu insan tipi ve o yüksek karakterin hâkimiyetindeki tarihi bilerek yeniden ayağa kalkacağız. Bana kalırsa, bilmek yetmez, duyacağız. Onlar duymuşlar ve yaşamışlar.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.