Enver Paşa ile Mustafa Kemâl Paşa, birbirlerinden pek hoşlanmasalar da senli benli iki Osmanlı kumandanı…İkisi de muhtelif başarıları sonucu imparatorluk çapında meşhur.Fakat Enver, aynı zamanda Dâmâd-ı Şehriyârî, yâni Pâdişah dâmâdı, olduğu için adamakıllı imtiyazlı konumda ve bu yüzden “Bizimkinin” ona içden içe gıcık olduğu söylenir söylenmesine ya, neme lâzım, yalanı dolanı tedâvüle sürenlerin boynuna… Öte yandan bizim dünyâlar durdukça nâmı yürüyesi Sarı Mustafamız da gerçi tâ miralaylığı sırasında Hanım sultanlarımızdan birinin dest-i izdivâcına tâlebkâr olduysa da Kader’in, ki bu kader o birkaç ay önce ortaya hoplayan nevzuhûr “Kader” değil elbet de, hayır, Fortuna mânâsına, mukadderâtımızın Hâkime-i Mutlaqası Kader Hanım… Hâkime-i Mutlaqa ise…E, her şeyi de öyle ‘armut piş; ağzıma düş!’ hesâbınca benden beklemeyiniz, lütfen! Bi’ zahmet, açınız ve bakınız Şemseddin Sâmî Bey Merhûm’un Qâmûs-u Türkîsi’ne! Orada göreceksiniz ki “tartışmasız/kesin egemen” gibi bir şeyler yazılı… Ancak bunu ben sizlere söylersem o vakit sizleri tembelliğe sevketmiş olurum. Zâten başınızda bâqî filan da değilim. Âqıbet biter, fenâ bulur… Yarın öbürsü gün Allah gecinden versin, ben de ebediyet âlemine intiqâl edince kalırsınız Dıral Dede’nin düdüğü gibi ortada… En iyisi daha şimdiden kendinizi bensiz o karanlık yıllara alıştırınız!
Asıl mevzuumuza avdet edecek olursak, Enver Paşamız,
Harb-i Umûmî’nin o en muhâtaralı günleri bizler için başlarken, 1916 ibtidâları filan olmalı, birgün Kemâl Paşamızla buluşup ona yeni ve ‘fevkalâde’ planını açar:
Mustafa Paşamız, çaktırmadan, o zamanlar Büyük Britanya (İngiltere) tarafından bir sömürge olarak yönetilen Hindistan’a geçecek ve bu muazzam kıt’anın Müslüman ahâlîsini, yâni ileriki yıllarda büyük çoğunluğu bugünki Pâkistan ahâlîsini oluşturacak olan kitleleri ayaklandırarak Londra’nın başına muazzam bir belâ açacakdır. Çünki mâlûm, Pâdişahımız Efendimiz, aynı zamanda “Halîfe” yâni yeryüzündeki bütün Sünnî Müslümanların da lideri olduğundan onun nâmına “cihad” (kutsal harb) îlân edilirse bütün Sünnîler de silaha sarılıp İngilizlerle boğuşacaklar ve zafer, Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle, bizimkilere müyesser olacakdır.
Şurada yüksek müsaadelerinizle bir parantez açarak şunu da eklemeliyim ki içimde kalmasın:
Hindistan Müslümanları kusur kalsın, daha kendi teb’amız olan Arab Müslümanlarının birkaç ay sonra başlamak üzere nasıl kıyâm ederek zâten yenilmeye yüz tutmuş olan gerçek Osmanlı’nın, bizlerin, nasıl canına okuduğunu düşününce gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Ancak, hazır bu parantezi açmışken, Arabların da burada sırtımıza hançer sapladıklarını iddia etmek bana biraz gülünç geliyor. Arablar bence sırtımıza hançer mançer saplamamışlardır. Kendi bağımsızlık dâvâları peşinde fırsatı ganîmet bilerek onlar da bizi başlarından defetme hareketine girişmişler ve bu arada, denize düşen yılana sarılır fehvâsınca İngilizlerden destek almışlardır. Tabii daha sonra en büyük kazığı da o bel bağladıkları İngilizlerden ve onların o târihlerdeki Hınkdedibaşısı Fransızlardan yemişlerdir ki bu bir bahs-i dîgerdir. Bu duruma her okuyucum kendi meşrebine göre ‘Ohhhş, canıma değsin!’ yâhut ‘Beter olsaydılar keşkem!’ veyâ ‘Zavallı, bahtsız din kardeşlerimize Türke ihânet etmek bile çok görülüyor! Sebebiyet verenlerin gözü kör olsun!’ şeklinde muhtelif yorumlar getirilebilir. Ben o kısmına pek müdâhale etmeyeyim…
Enver Paşamızla Kemâl Paşamız arasında cereyân mükâlemeye gelince “Bizimki tam o anda esas suali tevcîh eder:
“Peki, Hindistan’da İngilizleri vurup perîşân edeyim; iyi fikir. Lâkin bunun için emrime hangi kuvvetleri tahsîs edeceksin ve bunları Hindistan’a nasıl sevkedeceğiz?”
Bunun üzerine Enver Paşamız biraz kem-küm edince dünyâlar durdukça nâmı yürüyesi Kemâl Paşamız üsteler:
“Anladığım, sen diyorsun ki ben Hindistan’a giderken yolda kendi kuvvetlerimi de bizzat toplayacağım?”
Enver Paşamız tasdîq maqâmında başını sallayınca da ekler:
“Kusûra bakma ama, Enver, ben o kadar kahraman değilim!”
Şimdi diyeceksiniz ki ‘Muharririmiz durup dururken bize bu hikâyeyi niçin anlatdı?’
Haklısınız; sizin yerinizde olsam aynı soru benim de kafamı kurcalardı.
İsterseniz şöyle yapalım: Sizler tahmîn etdiğiniz sebebi bana yazın; ben de bu arada bir bahâne uydurayım ve sonra bakalım kimlerin gerekçesi daha uygunsa onlara birer armağan sunalım.
Meselâ birinciye benim satılmamış eski kitablarımdan birini, ikinciye o kitablarımdan ikisini ve üçüncüye de üçünü veririz.
Klasmana giremeyenler ise ‘Ulan, yine verilmiş sadakamız varmış!’ diyerekden savuşurlar…