Konular nasıl da bir sür’atle birikiyor!
Bunların hepsine birer yazı ayırsam bundan sonraki darbe debelenmesini kaçırırım. İyisi mi notlar hâlinde kısa kısa değinmek:
- Türkiye Avrupa ile formel bütünleşmenin değişen yeni şartlar altında artık ertelenemeyecek derecede hayâtî önem taşımaya başladığını farkedince, Sultan Aziz (oydu, değil mi?) 18 Şubat 1856 günü (Oh, happy day!!!) alelacele „Islahat Hatt-ı Hümâyûnu“nu îlân ederek şu dinine yandığımın çağdaş medeniyet seviyesini, yakalamak şöyle dursun, sollamak pistindeki deparını aldı.
- Aslında bu çağdaşlaşma hikâyesi Sultan Genç Osman’a (1618-1622) dayanır ama bundan hoşlanmayan merkezî Yeniçeri ve Sipâhi garnizonlarının ayaklanması sonucu evvelâ hal’edildi, sonra fecî şekilde öldürüldü. Yâni silahlı kuvvetlerimiz bu alanda uzun bir geleneğe ve engin tecrübelere sâhibdir.
- Doktoralarını 1908’de, doçentlik tezlerini ise 1960’da aliyyülâlâ derece ile tasdîq ettirmişlerdir. 15 Temmuz’da çuvallamış olmaları ârızîdir; endîşeye mahâl yok, tez zamanda toparlanırlar.
Ne demiş âlemler durdukça nâmı yürüyesi Şeyh Gâlibimiz:
„Bir sürçen atın başı kesilmez!“
Onlar bunu behemehâl telâfî edeceklerdir, zerre kadar tereddüdünüz olmasın!
- 18 Şubat 1856’da paldır-küldür „çağdaşlaşan“ Türkiye, 30 Mart 1856 günü, altı hafta sonra, Paris Konferansı Kapanış Bildirgesi’nde „Avrupa Devletleri Şûrâsı“ tam üyeliğine kabûl olundu. O örgüt günümüzdeki AB‘nin (Avrupa Birliği) karşılığıdır. Hani şu kapısında tam 56 (yazı ile ellialtı!) yıldır sürüm sürüm süründürüldüğümüz ve defâlarca, en son da dört gün önce Avusturya Hükûmeti tarafından istisqâl gördüğümüz kuruluş... Aslında Avusturya Devleti’nin bilincaltında hep o Türklere karşı hissetdikleri kuyruk acısının cerahati vardır (1526 Birinci Viyana Kuşatması ve 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması). Üstelik günümüzde artık eski Haşmetli Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan bücür bir Alpler Cumhûriyeti’ne tenzîl-i rütbe etmenin verdiği aşağılık duygusu da eklendiğinden Türkiye’ye zarar verebilecek her türlü davranış Viyana için bir zevq u safâ vesîlesine dönüşür.
- Paris Konferansı’nın „Mümzî“ yâhut aynı anlamdaki „Vâzıü-l-İmzâ“ yâni „İmzâlayıcı“ devletleri; Rusya Çarlığı, Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Kırallığı (İngiltere), Prusya Kırallığı, Sardunya Kırallığı ve Devlet-i Aliyye’dir, düzayak Türkçe‘yle Osmanlı İmparatorluğu...
Sonra nasıl olduysa oldu, „Avrupalı“ üstelik yine aynı Konferans’da „Düvel-i Muazzama“ (Büyük devletler, grandes puissances) kategorisine giren Türkiye, şimdi „Avrupalı“ olup olmadığı dahî münâkaşa konusu edilen/edilebilen bir politik „entité“ (zâtiyet/antite) derekesine düşürüldü.
Utanmasalar Avrupa Konseyi’nden ve UEFA’dan da şutlayacaklar.
Zâten bir şahıs, örgüt veyâ kurum edebsizliği bir kere ele aldı mı onun haddini bildirmek fevkalâde zordur.
Bu konuya muhtemelen bir sonraki yazıda etraflıca değinmek istiyorum. Kaç haftadır aklımda.
Ayrıca bir de şu mâhut îdam cezâsı meselesi var ki ona da artık yerim kalmadı.
Yalnızca şu kadarını belirtmeden geçemeyeceğim:
Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın asıl niyeti Brüksel ile kesin olarak ipleri koparmak değil ise, ki ben zâten 1990 başlarından beri bunun cazgırlığını yapmakdayım, o zaman bu çıkışı anlamak zor.
Ben Erdoğan kıratındaki bir politikacının bunu öyle sellemehüsselâm ortalığa atacağına pek ihtimâl vermek istemem.
Yok eğer niyeti sâhiden ipleri koparmak ise, o vakit de bunun son derece başarılı bir olta fırlatma ameliyesi olduğunu iddia edebilirim.
Nitekim daha ilk anda zokayı yutdular bile!
Tabii niyet gerçekden bu idiyse...
İki şekerli bir sâde;
Ağbiler bana müsaade...
Hâmiş: Ablaları ıskaladığım için ciğerim yanıyor ama o takdirde vezin bozulacakdı. Fakat ben kendimi affetdirecek bir yol bulacağım! Söz!!!
(Ulan, bu dünyâda kadınların gönlünü kırdıkdan sonra yaşamak bize haram be!)