Bir iktidârın egemen olduğu yâhut öyle sandığı ülkeyle ilişkileri, bir erkeğin bir kadınla olan ilişkilerine benzer; ya karşılıklı istekle sevişir birlikde haz duyarlar ya erkek şu veyâ bu tarzda kadının ırzına geçer; kadının inisiyatif alarak erkeğin ırzına geçdiği durumlar ender ü nâdirâtdandır. Zâten daha ziyâde râviyân-ı ahbâr rivâyet eder kim... faslına girerler.
Bu arada kendini Batı mas-medyası (kitle haberleşme araçları) üzerinden okuyup anlamak(!) çabası da bir tür haysiyetsizlik sayılabilir. Bunu maalesef pek çok „düşük mumlu“ aydınımız(!) hâlâ şeyediyor.
Bu bahsetdiğim tâife ise her seferinde „Eyvaaah, yine rezîl olduk Batı’ya!“ diyerekden dövüm dövüm dövünüyor. Hayatları Batı’dan „Âferin!“ almak üzerine programlanmış bulunduğundan bir kerecik olsun „Ulan, bu anasını bellediğimin Batısı ilaç için bir seferliğine bizden ‚aferin’ alma teşebbüsünde bulundu mu?“ sualini değil telaffuz, tefekkür etmeğe dahî cür’et edemezler.
***
Ayrıca meselâ Almanya’nın en büyük ve en ciddî, ağırbaşlı gazetelerinden sayılan ve gerçekden de mevcûdun en iyilerinden biri olan „Frankfurter Allgemeine Zeitung“un (FAZ) Türkiye muhâbirleri 1950’lerden bu yana Atina’da otururlar; Türkiye’deki getir-götür işlerini ise „stringer“ denilen yerel „emirerlerine“ gördürürlerdi. Bu durum yanılmıyorsam ancak son yıllarda biraz değişir gibi oldu ama ondan bile emin değilim. Kısacası Atina’dan Ankara artık dürbünle mi, teleskopla mı izlenir, onu kendilerine sormak lâzım.
Şimdi, daha doğrusu şinci, en iyisi şincik „en iyi“nin durumu böyle olursa gerisini varın kendiniz kıyâs edin!
Ben tabii buna bakarak bizim mas-medyada durum aliyyülâlâdır demeye getirmek niyetinde değilim.
O da bir ayrı hazin hikâyedir. Ben tek kelime Almanca veyâ herhangi bir genel-geçer yabancı dil bilmeyen bir arkadaşın yıllar boyu „iri“ hem de çok iri bir Istanbul gazetesine muhâbirlik etdiğini bilirim.
Şimdilerde durum tabii belirli bir ölçüde farklı. Fakat belirli bir ölçüde...
Kısacası şunu iyi bilmek iyi olur:
Biz demokratikleşme ve modernleşme çabalarımızı, kendimizi Batı’ya beğendirmek için değil, kendimiz için yapıyoruz. (İnşaalâhü teâlâ öyledir sâhiden...)
Kimse karşımıza oturup da bizlere öyle tepeden bakarak ders vermeğe kalkışmasın!
Ama elbet siz karşılarında el-pençe dîvan durup, sözüm yabana Rahmetli Ecevit misâli kıvrım kıvrım kıvranırsanız o da hâliyle şişindikçe şişinir.
Hele görgüsüzlerin şişinmesi hiç çekilmez olur!
En odun kafalılar için bir kere de çizerek anlatayım:
Biz Türküz! Hâ, öyle Türkiyeli filan da değiliz, Türküz!
Bizim sâdece bir kibrit çöpüyle cildimizi kazısanız altından önce Osmanlı, mütâqıben de Selçuklu çıkar.
***
Açıkçası biz Istanbulluyuz, Hakkâriliyiz, İzmirliyiz, Samsunluyuz şuralıyız, buralıyız ama netîceten Türküz!
Şimdi birtakım hıyarlar yine diyecekler ki „Ama Hakkârililer Türk değil ki Kürd?“
Ben de onlara diyeceğim ki „Eğer meseleye kendin gibi ırkçı kafayla etnik zâviyeden bakarsan elbet öyle; ama benim gibi politik zâviyeden bakarsan Türk.“
Büyük Bonaparte Korsikalı bir İtalyandı; Fransızca‘yı 12 yaşında askerî okula gelip öğrendi. Ama bu onun „En Büyük“ Fransızlardan biri olmasına engelse sen önce bunu bir Fransıza anlat, sonra gel benimle konuş! Tabii konuşmaya hâlâ yüzün kalırsa!
Hani Madame de Staël (Madam dö Stâl) demişdi ya buna benzer bir şey, işte aynen öyle:
„Grattez le Russe et vous trouvez le Tartare!“ (Rusu kazıyın, altında Tatarı bulursunuz.)
Rahmetli Yaşar Kemâl Ağabey Köln’deki o uzun yürüyüşlerimizde bâzen yeri geldikçe o muzib bakışlarıyla beni süzer ve derdi ki „Alaman bize karındaşdan ileri!“ ve ardından o dillere destan gümbürtülü kahkahalarından birini patlatırdı.
Rahmet istedi zâhir...
Demem o demek ki, Alaman bizim neyimiz olur bilemem, lâkin bu Urus Gâvuru de bizim emmioğumuz, en azından eniştemiz olur... Fazla incitmesek birbirimizi diyorum; çok da uzak olmayan bir istiqbâlde belki vuruşurken sırt sırta vermek îcâb edebilir, ki arkadan bir orostopolluğa kurban gitmeyelim!
Ben uyarmış olayım da...