1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Han tarafından Osmanlı topraklarına katılan bir “ülke” olan Trabzon, yüzlerce yıl boyunca önemli bir Osmanlı “eyaleti” olarak süregelen mevcudiyetini, Cumhuriyetten sonra da bugünki şehir sınırlarına çekilerek devam ettirmekte.
Yani bir anlamda Mustafa Kemal Atatürk’ de, Kurtuluş Savaşı hazırlıkları için Samsun’a çıktığında, aslında ziyaretlerine Trabzon Eyaletinden başlamış oluyordu.
Birinci Dünya Savaşı öncesi(1914) milyonu aşkın nüfusu ile çok sayıda ülkenin konsolosluğuna sahip, çok fazla sayıda medrese ve mektebin bulunduğu, opera ve piyano resitalleri verilen , tenis müsabakaları düzenlenen Trabzon , Osmanlı Coğrafyasındaki “ilk puanlı futbol ligini düzenleyen ve ilk futbol kitabının yazıldığı “ bir yer aynı zamanda.
Sayısız fetihe sahip Osmanlı İmparatorluğuna ,bir kuşatma neticesi sonucu “savaşmadan” katılan Trabzon, örneğin Balkan Ülkeleri gibi sürekli Osmanlıya problem çıkaran olmamış,Kayı Boyunun kurduğu bu Cihan İmparatorluğu ile adeta etle tırnak gibi kaynaşmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında dahi, ülkenin birçok yerinde olduğu gibi 16-17 yaşındaki gencecik yiğitleri de dahil bütün gençlerini Çanakkale’den Kanal’a, Galiçya’dan Kut’ül Amare’ye cepheye gönderen Trabzon, Kafkas cephesinin çökmesi sonucu başlayan Rus işgaline de geride kalanlarla ölümüne direnerek Baltacı deresinden, Sultan Murat yaylasına, Yanbolu deresinden Karadağ’a her yerini şehit mezarları ile süslemiştir.
Cumhuriyetten sonra Kıbrıs ve Kore dahil hemen her şehitlikte mensubu bulunan Trabzon şehrinin, günümüzde ülkemizin baş belası olan teröre karşı da hemen her köyünün bir ya da birden fazla şehit ve gazisi mevcuttur.
Türkiye’nin ilk puanlı ligine sahip olan işte bu Trabzon’un “milli lige dahli” ise çok enteresan.
Genelde burjuvazisi olmayan şehirlerimizi İstanbul üzerinden okuma zaafiyetine sahip statükonun, belki de Türkiye’nin mevcut siyasi haritasından esinle olsa gerek “milli lige Trabzon’u dahil etme “ operasyonu bu sosyolojik gerçeklik nedeni ile aslında tam bir trajedi ve ironi hikayesi.
İstanbul’un ülkeyi temsil etmekte yetersiz kaldığını 36 yıl sonra fark edebilen federasyon ya da yetkililer, Anadolu’da ciddi bir futbol faaliyeti olmayan birçok şehirden lig için takım kurmasını isterken Trabzon’dan, mevcut halleri ile Türkiye’de kupa kazanabilen seviyede takımlarını kapatarak ya da küçülterek “tek bir takımla o da ikinci lige” katılmasını istiyordu. Onlarca yıldır birbiri ile kıyasıya rekabet eden İdmanocağı, İdmangücü gibi takımların yöneticilerine bu durum çok tuhaf bir o kadar da saçma gelmişti. Ancak yine de iki buçuk yıllık direnişten sonra kavga ve bazı emrivakilerle Trabzon futbolu Trabzonspor’a sığdırılmış ya da belki de “indirgenmiş” oluyor ve evet bu durum Trabzon için tam bir ironi oluşturuyordu.
Trabzonspor, bu yok sayılan mirası kısa bir süre geveledikten sonra genlerinde olanı hatırlıyor, eski konumunun onda birine indirgenmiş haline rağmen , kendisinden belki de yüz kat daha büyük bir sosyoekonomik büyüklüğe, İstanbul’a meydan okuyordu.
Gerisini hepimiz biliyoruz.
***
Bugün bile, yüz yıl önceki sosyo ekonomik imkanların görece gerisinde kalan Trabzon insanı , başta İstanbul olmak üzere dünyanın hemen her yerine göç etmek durumunda kalmış ancak sosyolojik formasyonu sayesinde hemen her yer insanı ile kolaylıkla entegre olmuş ve o bölgeye uyum sağlamıştır. Öyle ki futbolda en büyük rakipleri olan Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın bile birçok yöneticisi hatta başkanı Trabzonlu olmuştur.
Dünyayı, mevcut medya yapılanması nedeni ile İstanbul penceresinden izleme zorunluluğuna hapsolmuş yurdum insanı ekseriyeti , belki de farkında olmadan İstanbul dışında her yere taşra olarak baktığından dolayı siyasi birçok sorunu anlayamadığı gibi Trabzon’un “eşitlik ve saygı” temelli bu duruşunu da bir türlü çözememekte ve anlamlandıramamaktadır.
Trabzonspor, kuruluşunda olduğu üzere bir imtiyaz ve öncelik peşinde olmadı. Hatta kendince fedakar oldu. Trabzonspor’un “eşitlik gereği” rakipleri ile aynı koşulları, aynı yaptırım ya da aynı desteklerden başkaca bir talebi hiçbir zaman bulunmadı.
Ancak Trabzon insanı Yunanlıyla,Rusla, Rumla, Ermeniyle ya da düşman her kimse onunla tereddütsüz ve hesapsız girdiği mücadele misali “hakkını yedirmektense ölmeyi tercih eden” bir kültürün temsilcisi aynı zamanda.
Trabzon’da şehir nüfusunun yüzde onluk bir kısmını Akyazı’da tribünlerde uğuldatan da futboldan ziyade bu kültür ve bu duruştur aslında. O duruşu yok saymak, zorla susturmaya çalışmak, hor görmek ya da sıradan bir agresiflik tanımına sığdırma çabasıdır aslında öfkenin kaynağı.
Örneğin futbolun patronu UEFA nın “kallavi sponsorluk ilişkilerine” rağmen verdiği 2 yıllık hak mahrumiyeti yani “şike yapma nedeni ile Avrupa Kıtasında 2 yıl temsili maç yapamama” cezasına karşı herhangi bir başvuru yapma cesareti dahi yokken ülke içinde “bize iftira atıldı tazminat alacağız” propagandası yapıp ve bunu medya gücünüzle kabul ettirdiğinizi zannederseniz yanılırsınız. Eyleminizi kötü niyetli insanların kullanmış olması ve hatta bir nevi ihanet malzemesi yapması, bu eylemden zarar gören karşı tarafın tazmin talebini hiçbir zaman karşılamaz.
***
Bu nedenle 13 yıldır TRABZONSPOR- FENERBAHÇE maçları işte bu simsiyah çamur bulutunun gölgesinde oynanmakta ve her iki taraf da tam 13 yıldır birbirinin stadına seyirci bile sokamamaktadır.
Dostluk, sevgi, kardeşlik ve barış getirmesi beklenen spor ya da futbol bu mudur?
Değildir şüphesiz.
ÇÖZÜM
Türk futbolunda hemen her şeyi “mış gibi” yapıp halının altına süpürme geleneği hakim maalesef.
Kulüplerin mali iflası, Uefa’yı kandırmaya çalışmaları, hakem rezillikleri, entrikalar, TFF nin acizliği, büyük kulüplerin aşırı şımarıklığı vs. yanında , sırf “bazı yöneticilerin kendi durumlarını kurtarmak” için yaptığı eylemler ve bu eylemleri kamufle etmek için koskoca kulüpleri ıslak peçete gibi kullanma beceri ve cüretleri, insanları artık birbirine düşürmektedir.
Şüphesiz sahaya girmeye ve şiddetin bütün türlerine karşı çıkmak hepimizin görevi.Eğer bir insanın burnu dahi kanayacak ise hiçbir futbol maçı oynanmamalı” düşüncesindeyiz.
Ancak emek, alınteri , maddiyat vs. harcanarak yapılan bu rekabet dolu işte “ adalet” olmazsa olmazdır.
Adalet “adamına göre” ya da ” mış gibi” yapılırsa eğer, bu işin yine Trabzon’da olmazsa bile başka yerde patlayacağı ve insanlara zarar vereceği kesindir.
Sayın Ali Koç’un Fenerbahçe başkanlığının çözüm için bir fırsat olabileceği kanaatindeyiz.
Başkan eğer ligden çekilme ve dolayısı ile küme düşmeyi göze alma iddiasında samimi ise (ki koskoca “Fenerbahçe başkanı sayın Ali Koç’un Fenerbahçeli bazı futbolcuların ceza almaması“ adına blöf yaptığını düşünmek bile istemeyiz) bu işi milat kabul edip muhatabı sayın Ertuğrul Doğan ile bir araya gelerek “detaylı bir helalleşme toplantısında” istişarede bulunması çözümün ilk ayağı olabilir.
Sayın Ali Koç çocuğunu emanet edecek kadar güvendiği( bu arada sayın Ali Koç çocuğunu Trabzon’da hemen her eve teslim edebilir ve kılına zarar gelmez, kefaletli iddiadır) Trabzonspor başkanı ile ve aslında 1996 da yine bir yöneticinin kendi durumunu kurtarmak için bir kolorduyu Trabzon’a getirme olayı ile başlayan ve 2011 de kesin bir husumete dönüşen bu durumu istişare etmesi ve ortak bir mutabakat aranması bizce elzemdir.
Görüşmenin ana teması ve zemini mutlaka karşılıklı ” helalleşme” olmalıdır.
Bu durum bütün maçlar ve şampiyonluklardan çok daha önemlidir.
Saha kapatma cezası, sahaya girene ceza, futbolcuya ceza, takıma ceza gibi yaptırımlar bu husumetin artık çok gerisindedir ve çözüm adına hemen hiçbir şey ifade etmemektedir.
Trabzonlulara Türkiye’nin “T” si denir ancak Trabzonlular aslında öyle düşünmezler.
Türkiye’nin T den E ye bütün harflerini sahiplenirler ve “Türkiye’nin bizzat kendisiyiz” diye düşünürler.
Trabzonlular Temel fıkralarına en çok kendileri güler ama inanın o kadar da “saf” değillerdir. Mış gibi yaparak veya hırlayarak asla geçiştirilemeyecek bir coğrafya ve tarihe sahipler.
Ancak samimi ve adaletle uzatılacak bir dostluk eli ile gönül köleniz bile olabilirler.
Kısaca dostluğuna güven duyulup, düşmanlığından endişe edilesi bir sosyoloji.
Olayların sadece bir iki futbolcunun tahriki ile çıkmadığını, eğer bir şey değişmezse dopdolu olan bardağın yeni bir damla ile yine yeniden taşacağını herkes biliyor.
Hatta gayet iyi biliyor.
Samimi olmak, dost olmak, insan olmak “ başarılı olmaktan” çok daha değerlidir.
Bir gün bu husumet öyle ya da böyle bitecek.
Hazır mevsim de Ramazan…