Medeniyetler yaşama kabiliyetlerini kaybetmemişlerse eğer tıpkı bir beden gibi hasta veya ölmüş hücrelerinin yerine yenilerini ikame etme becerisini her koşulda gösterirler.
İslam medeniyeti Mekke ve Medine dönemlerinde düşünsel ve ahlaki temelleri atıldıktan sonra son asırlara kadar bu kabiliyeti her zaman gösterdi. Hilafet döneminin çalkantılı yıllarından sonra Emeviler en azından askeri ilerleme anlamında Medeniyeti bir adım daha ileri götürdü. Sonra tabi çöküşe geçtiler ve bu sefer de Abbasiler sahneye çıktı. Onların da bir çok alanda gösterdikleri ilerlemelerden sonra çöküş mukadder oldu ve medeniyetimiz içinden yeni güçler çıkarma becerisini hep gösterdi. Memluklar, Fatımiler, Eyyubiler, Selçuklular..vs. bir bayrak yarışı gibi yorulan, ayağı dolanan bayrağı bir sonrakine devretti.
Selçukluların dağılmasından sonra da Osman oğulları sahneye çıktılar ve İslam medeniyetinin varlığını asırlarca temsil ettiler. Sonra tabi Osmanoğulları da yoruldu ya da sahneden çekilmeye zorlandı ve sonra apayrı bir kulvarda yarışan Türkiye sahne aldı. Aslında Osman oğulları tökezleme emarelerini gösterince hala kendini yenileme kabiliyetini yitirmemiş medeniyetimiz Mısır’dan Mehmet Ali paşayı çıkarmıştı. O da sosyolojinin ve tarihin doğru akışının gereği olarak Payitahtı devralmak üzereydi ki Osmanlıyı kontrollü olarak tasfiye etmeyi planlayan İngilizler devreye girdiler ve medeniyetimizin kendini yeniden ve daha güçlü bir yapı ile gösterme fırsatını ortadan kaldırdılar. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti Osmanlıdan sonra medeniyetimizin tarih zincirinin doğal bir halkası olarak ortaya çıkmış bir yapı değildir. Osmanlının kontrollü tasfiyesinin bir sonucu, yani galip batı medeniyetinin bir halkası olarak belirginleşmiştir.
O yüzden Türkiye Cumhuriyetindeki gelişmeleri gözlemlerken her şeyin doğal seyrinde geliştiğini düşünmemek durumundayız. Türkiye Cumhuriyeti bugünün referans medeniyetine yamanma çabasının ürünü bir yapılanmadır. Dolayısıyla en azından partiler arasındaki mücadele kendi medeniyetimizin değişik veçhelerinin temsil makamına ulaşma mücadelesi olarak nitelendirilemez. Aynı medeniyetin perspektifinden eşyaya bakan partiler arası bir erdem rekabeti söz konusu değildir. Medeniyeti kontrollü olarak tasfiye edilmiş ve küçücük bir toprak parçasına kıstırılmış bizlerle, başımıza bu çorabı örmüş medeniyetin değerlerini iman düzeyinde benimsemiş diğer “biz”ler arasındaki bir mücadeleden söz edebiliriz.
Türkiye'deki bir iktidar değişikliği de oturmuş bir sistemin farklı bir veçhesini temsil eden kadroların işbaşına gelmesi gibi bir durum değildir. Referans medeniyetin değerlerini kalıcı bir sistem haline getirmek isteyen kadrolarla kendi medeniyetimizin, kültürümüzün bir devamı olarak yeni bir sistem oluşturmak isteyen kadroların yer değiştirmesi olarak algılanmalıdır hali hazırdaki siyasal mücadele. Dolayısıyla kaybeden taraf sadece iktidarı kaybetmez, medeniyet perspektifinin egemen olması ihtimalini de kaybeder.
O yüzden her iktidar bir devrim mesabesindedir. Anadolunun Kürdüyle Türküyle gerçekleştirdiği sessiz devrimi heba etmek gibi bir lüksümüz olmamalıdır.