7 Haziran seçimlerinden sonra Çankaya Köşkü’ne bir çalıştay münasebetiyle gittiğimde değerlendirmemi yapmıştım. Barış sürecinin sona erdiği, bölgede ilk defa karşılaşılan türden hendek savaşlarının başladığı, hükümetin de operasyonlar için düğmeye bastığı günlerdi. Davutoğlu konuşmasını yaparken “Bu adam bu kararı verirken eminim ağlamıştır” dedim. Yanımda danışmanlarından biri vardı. “Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Hep ayaktaydı ve durmadan ağladı” dedi.
Çalıştayda “Sayın Başbakan, bu çatışmayı durdurun” dedim. Çünkü Eski Türkiye’nin Kürt sorunu karşısında devreye soktuğu tek refleks güvenlikçi yaklaşımdı. Eski Türkiye, şiddetle, dayakla, ölümle, sürgünle, operasyonla Kürtleri birlikte yaşamaya mecbur bırakmayı temel politika olarak izlerdi. Yeni Türkiye söyleminin etkin olduğu, hiç kuşkusuz bunu destekleyen önemli bir pratiğin de devrede olduğu şu günlerde yeniden şiddetin sahaya egemen olması ortamı zehirleyebilirdi. Bu yüzden bu durumun Başbakan’ın içine sinmediğini hissetmiş ve “durdurun” demiştim.
Başbakan, bana “ ne yapalım?” sorusuyla karşılık vermişti. Bu, ceberut devletin itiraz etmeye kalkan bir vatandaşı azarlamasına benzemiyordu. Şiddeti şehirlere taşıyan bir örgütün şiddetle karşılık vermeye mecbur bıraktığı babacan bir yöneticinin bu anlamda başka seçeneğinin olmamasından kaynaklanan ızdırabının ifadesiydi.
***
Çalıştay tamamlandıktan sonra Başbakan’ın danışmanına, Başbakan’a vermek üzere “Kürdinsan” adlı kitabımı verdim.
Kitap dediğim, benim çocukluğumdan itibaren Kürt sosyal yaşamına dair gözlemlerimden, çevremdeki yaşanmışlıklardan oluşan anlatılardan ibarettir. Kürtlerin yoksunluklarını, yoksulluklarını, acılarını, korkularını, kültürlerini zaman zaman kendimi, bazen de çevremdeki birilerini merkeze alarak anlattığım bir deneme. İnsana dair yani. Bu yüzden kitaba dair bütün geri dönüşlerde “kendimi buldum bu kitapta” ifadesiyle karşılaştım. Urfa’dan Kars’a kadar kitabı okuyan Kürtler kendilerini bulmuşlardı.
Birgün telefonum çaldı. Başbakanlık’tan arıyorlardı. Sare Hanımefendi görüşmek istiyor dediler. Heyecanla buyursunlar dedim. Hanımefendi “Kürdinsan”ı okumuş. Başladı anlatmaya. Uzun uzun nasıl etkilendiğini anlattı. Sonunda “ben bu kitapta kendimi buldum” anlamında bir ifade kullandı. Siz neler çektiyseniz, Batı Anadolu’da biz de aynısını çektik dedi. Bir ara sözü, süren hendek savaşlarına, çatışmalara getirdi ve “Ahmet Bey, bu kararı verirken sabaha kadar uyumadı. Oradaki çocuklar ne olacak diye ağladı” dedi.
***
Sare Hanımefendi’nin konuşmasından ve Başbakan Davutoğlu’na dair gözlemlerimden sonra şu kanaate vardım, bu aile duruşuyla, Kürtlerle Türklerin arasında fark olmadığını anlatıyor dedim.
Davutoğlu Ailesi, yörük bir Türkmen ailesi olarak “Kürtlerle Türklerin kendileri kalarak ayni oluşlarının” ifadesinden ve çabasından ibaretti.
Çatışma süreci yeniden başladıktan sonra her hafta Cuma gününü bir Kürt şehrinde geçiren Başbakan bu ayniliğin zeminini de gösteriyordu. Aynı zamanda hendek savaşlarını başlatanların bozmak istediği kardeşliğin halel görmemesi için çaba sarf ediyordu. Selahaddin ile Nureddin Zengi, Selçuklu ile Mervani, Yavuz ile İdris-i Bitlisi kardeşliğini hatırlatıyor, Diyarbekir Ulu Camii ile Bursa Ulu Camii’nin kardeşliğini gündeme getiriyordu. Silopi’de yaşlı bir Kürdün göz yaşını siliyordu. Varto’da Kürt çocuklarının futbol oyunlarına katılıyordu.
***
İmam Zeynelabidin ile ilgili olarak anlatılır. Devlet humus gelirinin bir kısmını Resulullah’ın torunu olarak ona verirdi. O da her gece Medine’nin yoksullarının kapısına gizlice yiyecek bırakırdı. Yıllarca sürdürmüş bu geleneği. Kimse bu hayır sahibinin kim olduğunu bilmiyormuş. Birgün Medine yoksulları kapılarında herhangi bir yiyecek görmeyince, şaşırıp kalmışlar. Biraz sonra haber yayılmış, İmam Zeynelabidin vefat etti, diye. Herkes bu hayır sahibinin kim olduğunu anlamış.
Umarım önümüzdeki Cuma günü Silopili yaşlı amca kendisini yapayalnız hissetmez.