Herkesin bir doğrusu var. Kimse yanlıştan yola çıkmaz aslında. Yanlış, doğrunun doğru olmayan bir şekilde kullanılmasının adıdır. O nedenle bir mevzu üzerinde iki taraf karşı karşıya geldiğinde bunlardan biri mutlaka ve kaçınılmaz olarak yanlış olmak zorunda değildir. Biri ya da her ikisi doğrularını maksat dışı kullanmaktadır. Taraflardan biri ya da yine her ikisi kendi doğrusunu evrensel hak diye dayatmaktadır.
Oysa doğru ile hak arasında fark var. Doğru sübjektiftir, hak ise objektif. Daha doğrusu hak her zaman ve her yerde geçerli olan doğrudur. Doğru ise kişiye, zamana, mekana, bilgi düzeyine, tecrübeye veya konuma göre değişir. Şöyle de diyebiliriz: Her hak doğrudur, ama her doğru hak değildir. Basit bir örnek verelim. Giyinmek hak ise, mevsime, kültüre, imkana, mekana ve inanca göre giyinmek de doğrudur. Arabistan’ın sübjektif doğrusu olan giyinme tarzını Eskimolara dayatmak evrensel bir doğruyu benimsetmek değildir mesela. Bu yüzden İslam dini bireyin doğru olmasını isterken, toplumsal hayatta, diğer bir ifadeyle bir arada yaşama sürecinde hakkın egemen kılınmasını ister. Aynı şekilde herhangi bir topluluğun da mutlaka doğru olmasını ister, ama toplumlar arası meselelerde hakkın gözetilmesini talep eder. Bu, aynı zamanda bir şahsın veya bir toplumun tek başına evrensel doğruyu, yani hakkı temsil edemeyeceğinin de ifadesidir. İslam’a göre evrensel doğru yani hak, istikamet üzere, doğru hareket eden insan kümelerinin tarihsel ortak müktesebatının adıdır.
***
Pratikte doğru ile hak arasındaki bu çizgi çok kere belirsizdir. Günlük kullanımda doğru, evrensel hak gibi değerlendirilir. Bireyler, hatta toplumlar kendi doğrularını tek ve evrensel doğru yani hak bilerek hareket eder.
İslam tarihinde mezhepler ilk ortaya çıktıkları zaman, her biri kendisinin tüm hakkı tek başına temsil etmediğinin bilincinde hareket ediyordu. Mesela bugün etkin ve önemli mezheplerden biri olan Şafiiliğin imamı Muhammed b. İdris eş-Şafii şöyle demiştir: “Benim görüşüm yanlış olması muhtemel doğrudur, muhalifimin görüşü doğru olması muhtemel yanlıştır”. Bu yüzden mezheplerin oluşum evresinde doğruyu bulma amaçlı ilmi tartışmalar dışında mezhepler arası çatışma gibi bir olguya o süreçte tanık olunmamıştı. Zaman içinde mezhep mensupları kendi mezheplerinin tek başına hakkı temsil ettiği fikrine kapılınca böyle bir tehlike baş gösterdi. Özellikle günümüzde bu tehlike iyice somut hale gelmiştir. Çünkü artık mezhep mensupları “benim görüşüm yanlış olma ihtimali olmayan evrensel doğrudur, muhalifimin görüşü ise doğru olma ihtimali bulunmayan yanlıştır” esasından hareket ediyor.
***
Yazının başında Kürtlerin bir doğrusu var dedik. Cumhuriyet’le birlikte varlıkları inkar edilmiştir. Kürtlerin buna itiraz etmeleri doğrudur. Ama bu doğruyu şiddete başvurarak kabul ettirmeye kalkmaları yanlıştır. Buna karşılık devletin Kürt mağduriyetlerinden hareketle kullanılan yanlış yönteme, yani şiddete karşı koyması, etkisizleştirmeye çalışması, egemenliğini ve sınırlarını koruması doğrudur. Ama eski Türkiye’nin bu yanlışı gerekçe göstererek Kürtlerin taleplerini karşılamaması yanlıştı. Bu bağlamda iki tarafın da hakkı gözetmesi gerekir.
Hak ise, burada yalnız başına Kürtlerin ya da devletin doğrusu değildir. Her iki doğrunun her yerde ve her zaman geçerli olan evrensel doğruya bağlanmasıdır. Bu da bizi evrensel hukuka götürür. Bunun İslam literatüründeki adı “maruf”tur. Maruf, her zaman, her yerde geçerli, birbirlerinden kültür ve coğrafya hatta din olarak çok uzak toplulukların bile bildiği, kabul ettiği doğruların adıdır.
Maruf derken geleneği kast etmiyorum. Çünkü bu bağlamda maruf hakka tekabül ederken gelenek sübjektif doğruya tekabül eder. Eski Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımı ise gelenek bile sayılmaz. O tam bir bidatti.