Malum Türkçe’yi sonradan öğrendim. İlkokulda. Daha sonra, bu dilin mütercimi oldum (hatta bazıları iyi mütercimsin diyor). Mütercimliğimin kader çizgisi gibi bir hikayesi var.
Anneannem, dedem vefat edince dört çocuğuyla yapayalnız kalıyor. Ama müthiş dirayetli bir kadındı. Kadın başına mücadele ederek çocuklarını kimseye muhtaç etmemişti. Ticaret yapardı. İlkokulda Türkçe’yi öğrenmeye başlayınca beni de yanında çarşı pazara götürmeye başlamıştı. Sabah namazında yola çıkardık. Annem akşamdan mayaladığı koyun yoğurduğunun üstündeki sapsarı kaymağı bir tandır ekmeğinin üzerine yayarak bana verirdi. Yarı uykulu halde hem kaymaklı ekmeği ısırırdım, hem de anneannemin peşi sıra seğirtirdim. Güneşle birlikte Erciş’e varırdık. Pazarda ona yardımcı olurdum. Alışverişi tamamlar köye geri dönerdik. Soranlara “bu benim tercümanımdır” derdi. Mütercimlik hikayem böyle başladı.
Sadece anneannemin mütercimi değildim tabi, çocukları askerde olan ve Türkçe bilmeyen bazı köylülerin çocuklarına gönderdikleri mektupları da ben yazardım. Bu sayede er mektubu literatürünü de öğrendim. Mesela kız kardeşler, ablalar askere “selam eder ellerinden veya gözlerinden öper”di. Eşler ise “selam eder hal ve hatır sorar”dı. Kelimelerden utangaçlık akardı. Mahrem ve namahrem ayrımına dikkat edilirdi. Mektubun sonuna mutlaka “yazan: Vahdettin İnce” notunu düşerdim. Cevabi mektupta askerin ayrıca “Vahdettin’e selam eder gözlerinden öperim” notunu düştüğünü görünce de bilimsel bir makalede bana atıf yapılmış gibi sevinirdim.
***
1985 yılında üniversiteyi bitirdikten sonra İzmir’e gidip bir iş bulmaya karar verdim. O sırada da sınavları falan takip edecektim. Erciş’ten yola çıktık. Otobüs akşam Erzincan’da mola verdi. O arada Üniversitede ev arkadaşım Osman Ağırman’a rastladım (kulakları çınlasın). Erzurum’dan İstanbul’a gidiyordu. Hoş beşten sonra hikayemi anlattım. “İstanbul’a gel. Yayıncılar harıl harıl Arapça-Farsça mütercim arıyorlar” dedi. İzmir’de fazla kalmadım. Osman’ın tavsiyesine uyarak İstanbul’a geldim. Bu sefer gerçekten mütercim olmuştum.
***
Dil kabiliyetini anneannemden almışım. Bugün TRT Kurdî’de gururla kullandığım Kürtçe’mi ona borçluyum. Tam bir atasözü, darb-ı mesel, hikaye, masal deryasıydı. Onun kadar güzel ve akıcı Kürtçe konuşanı görmedim. Acılı, acıklı bir hayatı vardı. Demek ki dert söyletiyordu.
Ağrı isyanı ile birlikte Zîlan katliamı sonrasında dedemin babası Kasım Erciş İstiklal Mahkemesi tarafından Denizli’ye sürülür. Bir ara kaçar geri gelir. Ama tekrar yakalanarak götürülür ve bir daha kendisinden haber alınmaz. Kısa bir süre sonra dedem ölür ve anneannem çocuklarıyla yalnız kalır. Benim de bir kısmına tanık olduğum acıklı ve zorlu hayatı da başlar.
Ama o kendisinden çok Kasım dedenin yaşadıklarını anlatır, ağlardı.
Kasım dedeyi Denizli’de yaşlı bir kadının çiftliğine götürürler. Orada çalışacak ve haftada bir karakola gidip jandarmaya görünecek. Yaşlı kadın huysuz ve insafsızmış. Sürgün Kürt olduğu için de Kasım dedeyi aşağılarmış. Köpeğine yedirdiği kaba yemek koyar Kasım dedenin önüne koyarmış. Kasım dede de yemezmiş. Kadın jandarmaya şikayet edip onu dövdürürmüş. Bir gün kadının oğlu annesine çıkışmış. Anne, demiş, Kürtler Şafii. Şafiilerde köpek necistir. Yapma bu eziyeti. Bir daha yapmamış kadın oğlundan çekindiği için. Bunu kaçıp geldiği sırada anlatmış Kasım dede.
***
Bana iyi mütercimsin diyorlar. Çiftlik sahibi yaşlı kadının şahsında eski Türkiye’nin Kürtlere yönelik bu insanlık dışı muamelesini bile tercüme edebiliyorum, ama bugünlerde Kürt mahallesinde yukarıda saydığım mağduriyetlerden nemalanan bazılarının literatüre soktuğu hendek savaşlarını, Kürtlerin öz yurdunda garip ve sürgün olmasına, çocuklarının akıl almaz şekilde ölümlere sürüklenmesine neden olan siyasetlerini ne yazık ki ben bile tercüme edemiyorum. Anlam veremiyorum.
Belki Mr. Kürkçü tercüme edebilir. Ne de olsa İngilizce biliyor.