Cumhuriyeti kuran kadronun bir kanaati vardı. Biz Müslüman kimliğimizi öne çıkarırsak batı bizi rahat bırakmaz. Bu yüzden İslam’ın görünürlüğünü en aza indirmemiz gerekir. Bu yüzden İslam’ı özellikle metropollerde azaltacak adımlar atıldı. Hilafet kaldırıldı, şeriat hukuku lağvedildi, harf ve kılık kıyafet inkılapları gerçekleştirildi. Neticede İslam’ın geride kalan inanç ve ibadet ritüelleri Anadolu’nun kasabalarına, köylerine geriletildi. Böylece Panislamist iddiadan vazgeçtiğimizi gören batı bizi rahat bırakacaktı. Aynı şekilde batının zihin dünyasında akredite olan bir ulus tarzı organizasyona gidilmesi de öngörüldü. Çünkü batının bir diğer müdahalesi de birden fazla halkın yaşadığı bölgeler açısından söz konusuydu. Türkiye’de sadece Türklerin yaşadığı görüntüsü verilmesi durumunda ikinci tehlikeli müdahalenin de önü kesilmiş olacaktı. Bundan dolayı da Kürtlerin görünür olmaktan çıkarılmaları gerekiyordu. Köylere, kırsala ötelendiler. Sosyal hayata, şehirlere, metropollere karışmak isteyen dindarlar ve Kürtler batının dikkatini üzerimize çekmeye sebep olacak etnik ve dini özelliklerinden sıyrılmalıydılar. Böyle bir düzen kuruldu. Bu düzen yaklaşık elli altmış yıl düşe kalka da olsa devam etti. Ta ki mızrağın çuvala sığmayacağı anlaşılıncaya kadar. Birkaç darbe ile mızrağı çuvala sığdırma girişimi olduysa da sonunda bunun bir çıkar yol olmadığı görüldü. Türkiye bu iki dinamikle kavga etmekten vazgeçen bir anlayışa evrildi.
Dindarlarla çatışma yerine, onları rahatsız eden başörtüsü yasağı gibi uygulamalara son verilerek ana gövde merkeze çekildi. Kürtlerle de böyle bir yol denendi. Ama dindarların aksine ta başından beri şiddeti çıkar yol olarak benimseyen örgütlerin bu sayede elde ettikleri hakimiyeti devretmeye niyetlerinin olmadığı son 7 haziran seçimlerinden sonra anlaşıldı. Ve Kürt meselesinin dindarların meselesi gibi suhuletle çözülemeyeceği görüldü. Bu çözümsüzlüğün bir sebebi söylediğim gibi Kürt siyasal hareketinin şiddeti temel davranış biçimi olarak benimsemiş olması ise ikinci sebebi de Kürt muhalefetinin şiddetinin artıp azalmasının Türkiye’nin müslümanlaşması ile doğrudan bir ilişkisinin olmasıdır.
Çünkü Cumhuriyeti kuran kadroların Müslümanlık ve Kürtlük ile ilgili bir algısı ve buna ilişkin bir tedbiri olduğu gibi batının da bu bağlamda bir planı vardı. Batı Türkiye’nin müslümanlaşmasının önünde bir engel olması için deyim yerindeyse Kürtleri Türkiye’ye bırakmıştı. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt muhalefetinin şiddetlendiği bütün zaman dilimlerinin aynı zamanda Türkiye’de dindarlaşmanın ivme kazandığı dönemlere denk gelmesi yeterince açıklayıcıdır.
Cumhuriyet tarihi boyunca ne zaman Türkiye dindarlaşma yolunda bir adım atmışsa, Kürt silahlı muhalefeti şiddetin boyutunu arttırarak ortalığı toza dumana katmıştır. Türkiye mesajı alıp 28 şubat sürecinde olduğu gibi yeniden dindarlaşmayı azaltmaya başlayınca da Kürt silahlı muhalefetinin ateşi düşmüştür. Abdullah Öcalan’ın 28 şubat sürecinin sonlarında teslim edilmiş olması da bunun bir göstergesidir.
Ak Parti iktidarı bu hacı yatmaz dengesinin farkındaydı ta baştan itibaren. Kürtlüğün İslamlaşmanın önündeki bir engel olarak kullanılmasına son vermek için çok ciddi adımlar attı. Ama şiddet de bu dönemde en üst düzeye çıktı hem de alışık olunmayan yepyeni yöntemlerle. Hendek eylemleri gibi şehirlerin merkezine taşınmak suretiyle. Ak Parti batının elindeki bu kozun farkındadır. Bunun yıkıcı etkilerinin de bilincindedir. Ama Kürt cenahının temsil noktalarında bu konuda zihinyetleri batı ile örtüşen kadrolar egemendir. Bu yüzden daha çok acı çekeceğimiz anlaşılıyor.
Sakın son PKK şiddetini Türkiye’nin Suriye ve bölge politikalarına bağlamayın, batıya göre Türkiye gereğinden fazla müslümanlaştı, dolayısıyla durdurulması gerekiyor. Tek çıkar yol Kürt siyasal hareketinin şiddetle aralarına mesafe koyan yerli kadroların elinde olmasıdır. Ya da Türkiye her zamanki gibi yeniden İslamı azaltma politikalarına dönecektir. Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamış batılılar.