Mekke döneminin tamamında ve Medine döneminin de önemli bir kısmında Peygamberimizin önderliğindeki Müslümanlar ile Kureyşliler arasında başlangıçta söylem, sonraları da eylem düzeyinde bir çatışma süreci yaşanır. Bedir, Uhud ve Hendek gibi büyük savaşlar meydana gelir. Sonunda Hudeybiye barışı gerçekleşir. Barış süreci yürürlükte iken Kureyşin müttefiki bir kabileye mensup bir grup, bir gece vakti, bir kabileyi irşad etmeye giden ve o sırada çölde konaklayıp uykuya dalan Müslümanlara saldırıp çoğunu uykusunda kılıçtan geçirir. Barış bozulur. Barışa yönelik bu suikast Kureyşin ve müttefiklerinin sonu olur.
***
Türkiye’de barış süreci devam ettiği günlerde çeşitli vesilelerle “ister devlet ister örgüt, taraflardan hangisi bu süreci bitirirse altında kalır” diye yazdım, söyledim. İnsanın ve eşyanın temel hakikatlerinden birine dikkat çekmek istemiştim. Dediklerim mesnetsiz bir iddia değildi. Tarihsel, sosyolojik ve kültürel dayanakları vardı. Ayrıca bir bütün olarak Kürtler bu süreci içtenlikle benimsemişti. Çünkü varlıkta esas olan uyum ve barıştır, eşyanın tabiatının özelliklerinden biri olsa da çatışma ve uyumsuzluk talidir. Varlık, bu arada insan mücbir sebepler olmadıkça barışı, uyumu tercih eder. Kürtler de onu yaptı, tıpkı Türkiye’nin geri kalanı gibi.
***
Baştan belirteyim, yukarıda yer verdiğim örneklendirmede dini anlamda birilerini bir yere oturtmak gibi bir niyetim yok. Verdiğim örneğin eksenini barışı bozma eylemi oluşturmaktadır. Bana göre adil bir barışı Müslümanlar da bozsa bedelini ağır öderler.
Daha dokuz, on ay önce bu ülkede bir barış süreci yaşanıyordu. Hani derler ya, insanların göz bebekleri gülüyordu. Çünkü otuz yıl gibi süren bir çatışma sürecinden sonra gelmişti bu çatışmasızlık. Savaşın, çatışmanın bütün acıları taze olmasına rağmen, içeriden ve dışarıdan çatışmanın devamına yönelik baskılara karşın ülkenin tüm kesimleri sürece destek çıkmıştı. Bu sürecin mimarı zamanın Başbakan’ı Erdoğan “gerekirse bu uğurda baldıran zehirini bile içerim” diyerek kararlılığını, samimiyetini göstermişti. Herkesin, Türklerin, Kürtlerin beklentisi bu çatışmasızlık sürecinin adil bir barışa, kardeşliğe, uyuma evrileceğiydi. Çünkü bunu kurulduğu günden itibaren temel hedefi olarak belirlemiş AK Parti iktidardaydı ve örgütün lideri de “en az üç Newroz” Bayramı’nda silahlı mücadele döneminin bittiğini taraftarlarına ve Türkiye kamuoyuna deklare etmişti.
***
Ama elde ettiği hakimiyet alanını korumak için eşyada uyumu değil, çatışmayı öngören, tarihi, sınıfların çatışması temelinde yorumlayan bir ideolojiye inanan, barışı tali bir konak, savaşı ise “sürekli devrim” diye kutsayan örgüt, ilginçtir Suruç’ta uykusunda iki polisi katlederek barışa suikast düzenledi. Sonra da Gever’de, Cizîr’de, Silopi’de ve Diyarbekir -Sur’da hendek savaşlarını, diğer adıyla “devrimci halk savaşları”nı başlattı.
Kendisi adına verilen bu savaşı Kürt halkı benimsemedi ve deyim yerindeyse savaş alanını terk etti. Halk çekilince de “devrim” ortada kaldı. PKK, Diyarbekir surlarından önce eşyanın tabiatının o sert duvarına toslamıştı bu kez.
***
Bu saatten sonra “Kürt siyasal hareketi”nin yapacağı şey, İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğinden habersiz Japon askerinin anakronizmini andıran, realiteden kopuk, “devrimci halk savaşı” hülyalarıyla Kürt çocuklarını ölümlere gönderen Türk solundan kurtulması ve barış masasına anlamlı bir dönüş yapmasıdır.
Berlin Duvarı’nın yıkıldığını, en önemlisi Kürtlerin Sur’da hayatlarının tam ortasına örülen ikinci Berlin Duvarı’nı yerle bir ettiğini görmeli “Kürt siyasal hareketi.”