Son zamanlarda herkesin dile getirdiği tek gerçek, eğitimin geleceğimiz için tek çıkar yol olduğu. Bu açıdan eğitimin iyileştirilmesi adına çok şey söylemek mümkün. Ama cevap bulamadığımız “Nereden başlamak lazım?” sorusu değil mi? Herkes bir şey söylüyor, olması gerekeni ifade ediyor ama nereden ve nasıl başlamak lazım ona cevap aramak gerekiyor. Buna yanıt verebilmek adına öncelikle hangi grubu eğittiğimizi! veya eğitmeye çalıştığımızı tanımak gerekiyor. Şurası bir gerçek ki eğitime aldığımız yaş grubu ile bizim yani 45’li yaş grubunun dünyası aynı değil. Yani dünya bizim bildiğimiz bütün doğruları hergün yeniden tanımlayarak bizim hergün yeniden şoklar yaşatıyor. Sanırım en büyük şoku bizim yaş grubumuz yani kırklı ellili yaşlar yaşıyor. Biz daha yavaş ve daha kurallı bir dünyaya doğduk ve bunlarla büyüdük, oysa yeni dünyada hergün kurallar yeniden tanımlanıyor ve yeni nesil bunlara çok hızlı uyum sağlıyor. Bizler ise her seferinde ya korumacı davranıp kendi yokoluşumuzu izliyoruz ya da uyum sağlamaya çalışıyoruz ama nafile.
***
Tabii bu değişimler kavramlarla birlikte kurumları da sarsıyor. Örneğin bizim çocukluğumuzdaki okul kavramı ve kurumu bilginin merkezi ve ışığı konumundayken bugün bilgi her yerde. Daha da ilginci her şeyi bildiğini varsaydığımız okul aynı bireyler gibi bu bilgiyi bulmaya ve bilginin hızına yetişmeye çalışıyor. Çocuklar eskiden öğrenme ve yenilik merkezi olarak okulu görürken şimdi maalesef yeniliğin ve hızın önündeki en büyük engellerden birisi olarak okulu görmeye başladılar. Özellikle liselerde başlayan bu çatırdama hızla üniversitelere yayılmaya başladı. Öğrenciler öğrenmek için başladıkları liselerde maalesef çağın çok uzağında kalmış yenilenemeyen kurumlarla karşılaşmakta ve hayattan kopuk kalmamak adına bu kurumlardan hızla soğumaktalar. Tabii değişimin en fazla liselerde yaşanması normal çünkü yeni dünyanın yeni çocukları kendi dünyalarıyla ilk kez lise çağında tanışmaktalar. Öğrenciler değişime direnen ve hayatın oldukça gerisinden seyreden okulları gördükçe, gerçek dünyaya adapte olmak adına başka kaynaklara yönelmekte ve bu durumda okula olan inancı azaltmaktadır.
Bu durum liseden sonra umudunu bağladığı üniversitelerde daha yoğun yaşanmakta. Çünkü üniversiteyi yenilik ve hız olarak gören gençler maalesef o kurumların liselerin bir üst versiyonu olduğunu görünce daha büyük umutsuzluklara kapılmaktalar. Bu durumu aslında hepimiz yaşıyoruz ama hepimiz sözleşmiş gibi bu büyük yıkıma gözlerimizi kapatıyoruz. Eğer bir çare üretmezsek okul denen kurumların yıkımı ve gerekliliği çok daha yüksek sesle tartışılacak ve biz o gün geldiğinde bugün yenileyemediğimiz bu kurumların “yıkımını” önleyemeyeceğiz.
Peki nereden başlamak lazım? Size sadece birkaç öneri sunmak istiyorum. Eğer eğitimi yenilemek istiyorsak işe felsefemizi yenileyerek başlayalım. Unutmayın ki; bu çağda siz ne yaparsanız yapın, eğitimi bir binaya, bilgiyi ve onun sınırlarını müfredata, öğretmeniz gerekeni bir kitaba, dünyayı bir öğretmenin kafasına sığdıramazsınız. Bu sebeple eğitim felsefenizi, neyi öğretmeniz gerektiğine değil nereye varmak istediğinize odaklandırın. Yani eğitimde soru “ne öğretelim?” değil, “nasıl öğrenmesini sağlayalım?” olmalıdır. Bunu yapabilmek elbette kolay değil ama başaramadığınızda yerinizde patinaj yapmaktan başka çareniz kalmıyor. Bu yoldaki somut adımların ilki öğretmen kalitesinin ve felsefesinin yenilenmesidir. Bunu yapabilmek için ilk adım kimin öğretmen olması gerektiğine sınavın değil “öğretmen niteliklerini ölçen” bir sistemin karar vermesidir. Bunun için eğitim fakültelerine öğretmen adayı seçimi mülakat ile olmalıdır. İkinci adım eğitim fakültelerinin okullar ile iç içe çalışmasıdır. Üçüncü adım öğretmenlerin toplumun en saygın konumuna ulaşması için özlük haklarının çok yükseltilmesi ve tatil kavramının azaltılması, gelişime zaman ayırılması gerekiyor. Üçüncü adımda; okul liderlerinin seçimi ve yetiştirilmesinde değişiklik yapılması gerekiyor bunun için öğretmenden müdür yerine “eğitim yöneticisi” yetiştirilmeli ve okullar bu değişimle özerk hale gelmelidir. Dördüncü adım her okul temel belirlenmiş dersler dışında müfredat yapabilmeli, rekabet etmek için farklı beceriler kazandırmak adına çalışmalıdır. Artık okullarda çağın gereği olan yazılım, inovasyon, ar-ge ve bilişimi aktifleştirmek gerekiyor. Okullar dünyaya açılmalı yerel eğitim olmayacağını artık öğrenmeliyiz. Özellikle üniversitelerde öğrencilerin yurtdışı deneyimlerini zorunlu hale getirmek gerekiyor. Liselerde öğrencilere bilim felsefesi, paradokslarla düşünme becerisi için 9’uncu sınıfta felsefe ve türevlerini okutmak gerek. Kod yazma, inovasyon, proje yapma gibi konular lise müfredatında mutlaka olmalı.
***
Diyeceksiniz ki hocam bunları Milli Eğitim Bakanlığı yap(a)maz ki. Ben de biliyorum o yüzden yukarıda söylediğim gibi bu değişimi reddeden kaybedecek. Ama sizler çocuklarınızı yeni dünyaya MEB olmadan da hazırlayabilirsiniz. Nasıl mı? Dil öğretin, iletişim becerileri kazanmalarını sağlayın, yurtdışında çeşitli programlara gönderin, onları cesaretlendirin ve proje bazlı düşünmelerini sağlayın, felsefe okumaya ve yorumlamaya teşvik edin. Kısacası unutmayın bu dünyanın kazananları ve kaybedenleri hep olacaktır. Eğer önlem almazsak ilk kaybeden biz olacağız ama kaybeden asla bu gençlik olmayacak çünkü onlar biz olmadan daha hızlı yol alacaklardır.
Unutmayın gençlerin bizden daha çok onları etkileyen bir dijital dünyası var. Onlar bir süre sonra okullara ve eğitim sistemine artık “önümüzden çekilin” demeye başlarlarsa şaşırmayın...