‘Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor’

Taner Ay

“İstanbul’daki eşkıyâlık, aslında İngiliz emperyalizminin maşası olan Yunan istihbaratının bir projesiydi.”

İstanbul’un işgaliyle birlikte Rum çetelerinin eşkıyâlık faâliyetleri başlamıştır. Bir yazımda da belirtmiştim, İstanbul’daki eşkıyâlık, aslında İngiliz emperyalizminin maşası olan Yunan istihbaratının bir projesiydi. Yunan istihbaratı da eşkıyâlığın safahatlarını Rum Patrikhanesi’nin çatısı altında kurulan “Mavri Mira” ve “Kordos” cemiyetleriyle yürütüyordu. Bunların görevleri silâhlı çeteler kurmak, asayişi bozmak amacıyla eşkıyâlık yapabilecek Rumların istihdamlarını sağlamaktı.

***

“Mavri Mira”, Anadolu yakasındaki Paşaköyü, Bakkalköyü ve Yeniköy gibi mahallerdeki eşkıyâlık faâliyetleri için istihdamını ve örgütlenmesini Şile’deki Todori vasıtasıyla gerçekleştiriyordu. Todori’nin bir bakkal dükkânı ve bir gazinosu vardı. Onun İstanbul’un işgalinde ortaya çıktığı yazılmıştır, Yunan vatandaşıydı ama İngiliz pasaportu taşıyordu. Bu pasaportun da ona dokunulmazlık sağladığı muhakkaktır. Kayıtlara göre, bir gece Şile’deki iskeleye büyük bir motor yanaşmıştır. Todori ve adamları motoru karşılamışlar, merâk edip soranlaraysa İstanbul’dan bakkaliye geldiğini söylemişlerdir. Oysa, motorun yükü bakkaliye değil, çuvallara sarılmış silâhlardır. Bunlar önce dükkâna taşınmış, gece yarısından sonraysa, Paşaköyü’ndeki, Yeniköy’deki ve Bakkalköyü’ndeki eşkıyâya dağıtılmıştır. Bakkal Todori’nin Yunan istihbârâtından yüksek rütbeli bir zâbit olduğuna dair duyumlar epeydir alınıyor, görevininse eşkıyâ çeteleri kurmak, onlara silâh sağlamak ve Anadolu yakasında eşkıyâlığı yaymak olduğu tahmin ediliyordu. Eşkıyâlık suretiyle Türk ve Müslüman ahâlinin korkup İstanbul’dan kaçacağı düşünülmüş olmalıydı. Ancak, iki üç vak’a sonrasında, Yenibahçeli Şükrü Bey’in komutasındaki Yüzbaşı Demir Hulusi’nin ve Sadık Baba’nın, Rum eşkıyâya silâhları Bakkal Todori’nin dağıttığını kesinleştirmeleri, işin seyrini değiştirmiştir. Onun ve eşkıyâların derhal ortadan kaldırılması görevini de, Yüzbaşı Demir Hulusi’in, “Bulgar Sadık” nâmlı Sadık Baba’nın, Hasan Kardaşko’nun, Manastırlı Şakir’in ve Osman Kaptan’ın üstlendiklerini biliyoruz.

***

Kararlaştırılan gün ve saatte, yetmiş kadar çetecidir, hepsi asker kıyâfetleri giyip, farklı yollardan Şile Kalesi’nin dibine inerler ve Todori’nin ön tarafını dükkân, arka tarafınıysa ev olarak kullandığı binâyı çevirirler. Todori’yi almak görevi Osman Kaptan’a ve İnegöllü Nuri’ye verilmiştir. Onlar içeriye daldıklarında, Todori’yi masasında, harita üzerinde çalışırken bulmuşlardır. Karşısında Türk askerlerini gören Todori, onlara ne istediklerini sormuş, Osman Kaptan da dışarıda yüzbaşının kendisini beklediğini söylemiştir. Todori ise, onlara, İngiliz pasaportunu gösterip, yüzbaşı dahi olsa hiçbir Türk’ün kendisini çağıramayacağını, aksine her Türk’ün İngiliz vatandaşlarının ayaklarına kapanması gerektiğini açıklamıştır. Bunun üzerine İnegöllü Nuri tabancasını çekip, Todori’ye doğrultmuştur. Todori bu defa bağırıp çağırmaya başlamıştır. Todori’nin sesini duyan Manastırlı Şakir içeriye dalmış ve arkadaşlarının yardımıyla onu yaka paça dışarıya çıkartabilmiştir.

***

Yüzbaşı Demir Hulusi’nin başını çektiği sekiz kişilik bir kolun, Todori’yi oradan Şile’nin sırtlarındaki ormanlık araziye çıkardığı tahmin ediliyor. Todori’nin infâzından az evvel de Yunan casusu ve albay rütbesinde zâbit olduğunu itirâf ettiğini kesinleşmiştir. Belki anımsayanlarınız vardır, eski çetecilerden Doktor Fahri Can, “Kurmay Albay Bakkal Todori’nin Hikâyesi” başlıklı anılarında, Todori’nin çirkin emellerine Sadık Baba’nın son verdiğini yazmıştı. Bu tür anılarda sırların muhafazası maksadıyla farklı şeyler ifâde edildiğini bildiğimden, bir şey diyemeyeceğim. Ama, Murat Sertoğlu’nun “Bulgar Sadık” isimli romanını kaç defa okuduğumu söyleyebilirim, bulursanız siz de okuyun, Todori’nin öldürülüp gömüldüğü ormanlık araziden geriye pek bir şey kalmamasına rağmen, yine de romanın sayfalarından belli belirsiz nisbette yayılan çam râyihası, Sadık Baba ve Yüzbaşı Demir Hulusi gibi kahramanlarımız için burnunuzun direğini sızlatacaktır.

***

Peki, Çanakkale’de keskin nişancılık yapan, İstanbul’un işgalinde çete mücâdelesi yürüten ve Kurtuluş Savaşı’nda Yunan hatlarına sızan Demir Hulusi Bey’in zevcesinin Lefkeli bir Rum olduğunu biliyor muydunuz? Demir Hulusi Bey’e rağmen zevcesi maalesef mübâdeleye tâbi tutulmuştur. Bu da Demir Hulusi Bey’in yaşama küsüp, inzivâya çekilmesine neden olmuştur. Bu dramın bazı ayrıntılarını “Yaralı Gönül” isimli romanımda yazmıştım.

***

Todori’nin cezalandırılması ve akabinde İstanbul’un kurtuluşu Rumların eşkıyâlık faâliyetlerinin sonu olur. Rum eşkıyâların İstanbul’un kurtuluşuna kadar hemen her gün, cinâyet, adam kaldırma, Müslüman kadınlara tecavüz, gasp, hırsızlık ve işkence fiillerini işlemişlerdir. Benim Şile ilgili anılarımsa, eşkıyâlığın bitmesinden altmış yıl kadar sonra başlamıştır, ‘83 olmalı, kafayı bulduğumuzda, Mehmet Ulukan rahmetli pederinin ‘74 model dört kapılı Anadol otomobilini alır, beni ve Erdal Kara’yı Şile’ye, ninesinin Fener Mahallesi’ndeki iki katlı ahşabına götürürdü. Mehmet ve Erdal ‘80 darbesinin hemen ardından üçlü kararnameyle re’sen emekliye sevkedilen solcu askerlerden olup, üsteğmen rütbesinden işsiz kalmışlardı.

Bir gece Erdal’ın baba evinde, sinema, edebiyat ve politika derken, aşka da damardan dalıp, epeyce yükseldik. Sabaha karşıysa midemizin feci kazındığını dün gibi anımsıyorum. Ama, sanki dolaptan çekirge sürüsü geçmiş gibiydi, tereklerdeyse yarımdan biraz fazla yer yer küflenmiş ekmek, azıcık acılı biber salçası ve bir kilo kadar da Taşköprü sarımsağı vardı. O kafayla küflenmiş ekmeği dilimleyip kızarttık, üzerine acılı biber salçasından sürdük, yanına da Taşköprü sarımsağını katık yaptık. Biliyorsunuz, Taşköprü sarımsağının kokusu diğer sarımsaklara nazaran hayli keskindir, insanı günlerce kokutur, hamam keyiflerinin Hacı Şakir sabunuyla yıkansan dahi bir faydası olmaz, üstüne üstlük bir de acıdır ki, sormayın. Sonra, beyaz Anadol’a atladık, boş ve karanlık Şile yolunda zikzaklar çizerek Kale’nin az berisine ulaştık. Kış değilse bile, baharın ilk aylarından birindeydik, Neşe Karaböcek’in “Yağmurun Sesine Bak” şarkısının yumuşaklığında da yağmur çiseliyordu. Otomobilden inip çarşıda bir iki tur attık ama kokumuzdan herkes kaçtı ve bizler çâresiz iki katlı eski ahşaba farelerin yanına sığındık. Benim daha sonraki Şile anılarım Hotel Değirmen’dedir, otelin sâhibi Uğur Değirmenci bizim Çağan ve Tunç Şanad arkadaşlarımızın yakınıydı, biliyorsunuz Tunç iyi bir hikâyecidir, ‘80 sonlarında veya ‘90 başlarında ayda bir iki defa Şile’ye kaçmayı ailecek alışkanlığa dönüştürmüştük. Uğur ağabeyin karısı Mado aklımda kaldığı kadarıyla Fransız’dı, bir de Su isminde küçük bir kızları vardı. Sonra Üsküdar Caddesi üzerindeki girişle birlikte dört katlı güzelim otel satılıp yıktırıldı. Tunç’tan, daha geçenlerde, Uğur ağabeyin Marsilya’ya yerleştiğini ve kızlarının da bugün Fransa’nın en iyi doktorlarından biri olduğunu öğrendim.

***

Şile edebiyatımıza ne kadar nüfûz etti, tam kestiremiyorum, aklıma şu ân sadece Sibel Eraslan’ın “Şile, Bir Denizkızı” kitabı geliyor, diğerlerini araştırıp okumaya ise ömrüm yetmez, ancak Yeşilçam’ın Şile’de çekilen filmlerinin çoğunu seyrettim. Bugün “Türkan Şoray Kayası” ve “Zeki Müren Mağarası” şeklinde isimlendirilen mekânlar varsa, Yeşilçam sayesindedir. Bununla birlikte, Necmi Onur’un ve Osman Şahin’in Şile’de mapus yattığını biliyorum. Ancak, ilçemizin mapusta kalmış en önemli muharriri Turan Aziz Beler’di. ‘44 sonrasında “Türedi Ailesi” romanından dolayı kesilen iki yıl dört aylık cezasını Paşakapısı’nda ve Yalova’da çekse de, ‘53 yılında Motel Kumbaba isimli tesisi açarak Şile’ye büyük hizmette bulunmuştu. O vakitler İstanbul-Şile arasında altmış beş kilometre kadar çok keskin virajlı bir yol vardı, Üsküdar’dan otobüse binildiğinde, kaptanınızın Çayır Ahmet, Babasen İbrahim, Önol Öztaş veya Hacı Muharem olması hiç fark etmiyor, iki buçuk saatten önce Şile’nin Terminal Meydanı’na varmak mümkün değildi. İşte o otobüslerden birine binen, elbette Ömerli’deki molada Davut’un ayranını da içmiştir, “Şile 7 Km” tabelasını biraz geçip küçük köprüye gelindiğinde inerse, Pot Deresi’ne paralel uzanan toprak yoldan yedi yüz metre kadar yürüyüp, karşıdaki Motel Kumbaba’ya salla geçiyormuş. Ben hiç gitmedim, orada kalanlardan dinlemiştim, motele kırmızı kahkaha çiçekleriyle sarılı kapıdan girilince, bembeyaz kumların gerisindeki bungalovlarıyla, uzaklardan gelmiş keçi memesi üzüm salkımlarını çağrıştıran hippie kızlarıyla, şamatacı karavancılarıyla, tesisin bir diğer ismi “Çöl Misafirhânesi” ya, develeriyle ve sıpalarıyla, farklı bir âleme kayılıyormuş. Turan Aziz Beler ‘88 yılında Hakk’ın avucuna oturdu, ondan sonraysa karısı Trude kasaya geçmişti, sanırım dört de çocuğu vardı.

***

Şile otobüsleri denince ‘64 yapımı “Öpüşmek Yasak” filmini unutmak ne mümkün! Burunluların devridir, bir yanda “Keramet”, diğer yandaysa “Selamet” ailelerinin otobüsleri, şirin kazada rekabet kıyasıya. Kimse İzzet gibi dövemez, kimse Fatma gibi öpemez, işte buyrun şenliğe. Peki ya, ‘69 yapımı “İnleyen Nağmeler” filmini nerede seyrettim, tam çıkaramıyorum, ama Şile sâhilini podyum yapan sarı gömlekli siyah fularlı Zeki Müren hâlâ gözlerimin önünde. Bir de ‘79 yapımı “Canikom” var, Cüneyt Arkın asıl yıldızım değilse de, filmi defalarca seyretmem için Gülşen Bubikoğlu yetmişti. Bana sorarsanız, onun dudak kıvrımlarındaki yakıcı muziplik, eşeğe bile çiftetelli oynatır derim.

***

Şile birkaç on yıl boyunca hafta sonlarında kaçılan bir yer olmasına rağmen, pek “kaçamak” yeri olmadı. Benim kuşağımın dolmaya da sarmaya da olanları “kaçamak” için genellikle Polonezköy’ü tercih ederdi. Ne yalan söyleyeyim, şeytana kıç attırmaktan ziyâde benim ilgimi yolun çatallandığı mahaldeki Polonezköy Mezarlığı’nın daha fazla çektiği muhakkaktır. Çünkü, yıllar önce orada teadüfen Ludwika Śniadecka’nın mezarını görmüştüm, bugün duruyor mu, bilemiyorum. Ludwika Śniadecka da kimdir demeyin, Polonyalı şâir Juliusz Słowack’ın aşkından geberdiği kadındı, sanırım yazar Michal Czajkowski ile de ikinci evliliğini yapmıştı. Czajkowski sonradan Osmanlı’ya sığınanlar arasına karıştı, ismi değişti ve ricâlde yer buldu.

***

Şimdi bu yazıyı Nesrin Sipahi’nin sesinden “Yağmur Seninle Güzel” şarkısıyla bitirmeye ne dersiniz, inanın Şile’nin havasına da pek yakışacaktır: “Yağmur seninle güzel, haydi sarıl bana / Bak ne kadar özledim, gel tut ellerimi / Dinle yağmuru, dinle bak, ne mutlu bizimle / Uzasın bu dakikalar, camlara vurdukça damlalar / Yağmur seninle güzel, gel sarıl bana”...

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (10)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.