Yağmurla gelmişti, bir yalancı baharda gitti...

Taner Ay

‘’Üzgündüm, yağmurda hasta yavruyu sokağa bırakmayı vicdânım kabûl etmiyordu, bu yüzden ölürse de sıcak bir yerde ölsün diye onu eve getirmiştim. Bücür ismini verdiğimiz yavru birkaç gün sonra da ölmeye yatmıştı, ona bağışıklığı kuvvetlendirici özel mamalar hazırlayıp günde üç defa kaşıkla yediriyordum. Bir buçuk ay kadar sonraysa yavru ayağa kalkmış, kuyruğuyla oynamaya, pencereden serçelerle şakalaşmaya başlamıştı. Bir mucize gerçekleşmişti.’’

Kedimiz Bücür 9 Ocak 2025 sabahı saat 06.56 sularında yukarılarda bir yere gitti, çok sevdiği haylaz serçeleri artık oradan seyredecek.

Bücür yaşamımıza 2019 yılını bitirmeye dört beş gün kala, yağmurlu ve soğuk bir İstanbul kışında girmişti. Rahmetli anneme kahvaltı hazırlamaya gidiyordum, tam da Balözü Sokak’ın Avşar Sokak’a çıktığı köşede bir kedi miyavlaması duyunca sağa sola bakınmış ve en fazla iki buçuk aylık kadar olan ıslanmış kediyi bir otomobilin ön tekerinin üstünde bulmuştum. Sırtı çizgili göbüşüyse beyaz bir erkek yavruydu ve titriyordu. Kucağıma aldığımda boynunun sağ tarafındaki şişliği hemen fark etmiştim, doğruca onu Ayçil Sokak’taki veterinerimize götürüp bıraktığımı, öğleden sonra yavruyu almaya gittiğimdeyse veteriner bana kedinin lenfoma olduğunu, fazla yaşamayacağını ve aldığım yere bırakmamı söylediğini anımsıyorum. Hasta yavruyla oradan çıkıp, bu defa da Değirmen Sokak’ın solundaki veterinere gitmiştim, maalesef teşhiste bir değişiklik olmamıştı. Üzgündüm, yağmurda hasta yavruyu sokağa bırakmayı ise vicdânım kabûl etmiyordu, bu yüzden ölürse de sıcak bir yerde ölsün diye onu eve getirmiştim. Bücür ismini verdiğimiz yavru birkaç gün sonra da ölmeye yatmıştı, ona bağışıklığı kuvvetlendirici özel mamalar hazırlayıp günde üç defa kaşıkla yediriyordum. Bir buçuk ay kadar sonraysa yavru ayağa kalkmış, kuyruğuyla oynamaya, pencereden serçelerle şakalaşmaya başlamıştı. Veterinerler onun iyileştiğine inanmak istemiyorlardı ama bir mucize gerçekleşmişti.

Bücür beş yıl boyunca dolu dolu bizimle oldu, sonra bir gün burnunun üstünde bir şişlik gördüm, arı sokmasına benziyordu, maalesef o şişlik geçeceğine büyüdü, beş altı gün içinde de zayıflayıp bütün neşesini kaybetti, 20 Aralık 2024 gecesiyse kan kustu, gece yarısında hemen açık bir veterinere koşturduk. Meğerse lenfoma nüksetmiş ve artık hastalığının son evresindeymiş. Ne yaparsam yapayım, bir mucize daha gerçekleşmedi, yağmurla gelen Bücürümüz şehr-i İstanbul bir yalancı bahar gününe uyanırken, bizi yalnızlarda bırakıp gitti.

Bir ay kadar sonra Tuzla’ya taşınacağım, yarım asırdan fazla yaşadığım Suâdiye’den temelli çıkmaktan çok bana Avşar Sokak’taki Esin Apartmanı’nın bahçesine ebedi uykularına yatırdığımız kedilerimizi, Ponçik’i, Mırnık’ı, Lim Lim’i ve Bücür’ü bırakmak koyuyor.

Bücür’ün son akşamında, yani 8 Ocak’ın karanlığı şehrin üstüne indiğinde, kanepeye uzanmış boş boş televizyona bakıyordum, o da hiç mecâli olmamasına rağmen koynuma gelip mırıltılarıyla göğsümü yoğurmaya başlamıştı. O yüzden NTV kanalında geçen alt yazıyı başta algılayamadım, çünkü vefât ettiği duyurulan Selim İleri’yle yapılan harika bir söyleşiyi daha on gün kadar evvel TRT2 kanalında seyrettiğimden, üstâda ölümü konduramıyordum. Bunun bir hakikat olduğunuysa ancak yakınındaki isimlerden telefonuma gelen mesajlarla anlayabildim.

Onun için hikâyeci ve romancı deniyor da, benim için asıl Selim İleri bir İstanbul denemecisiydi, derin ve zahmetli bir vefâ duygusuyla bizlere Ahmed Rasim’in, Osman Cemal’in, Refik Halid’in, Sermet Muhtar’ın, Reşad Ekrem’in ve Hikmet Feridun Es’in büyüsünü yeniden yaşattı. Selim İleri’nin “Cumartesi Yalnızlığı” isimli ilk kitabını ‘68 veya ‘69 yılında, orta mektep talebesiyken okumuştum, o kitabın mâcerâsınıysa yıllar sonra Bayram’ın Yeri’nde yakın arkadaşı Naci Çelik’ten dinleyecektim. Ardından ‘73’te “Destan Gönüller” romanını kapak tasarımını pek beğendiğimden aldığımı, ancak kapakla metnin bir ilgisinin bulunmadığını görünce de hayâl kırıklığına uğradığımı anımsıyorum. İkisini de sevdiğim pek söylenemez, buna mukabil ‘75’teki “Dostlukların Son Günü” kitabınaysa bayılmıştım. ‘76’da onu Politika gazetesinden takip ettim, bazı yazılarındaki üslûbunun hırçınlığını Selim İleri ismine yakıştıramıyordum, aynı yıl içinde çıkan “Her Gece Bodrum” isimli romanındaki ilişkilerin ise bana hiç hitap etmediğini söyleyebilirim. ‘79’daki “Ölüm İlişkileri” ve ‘80’deki “Cehennem Kraliçesi” romanlarında da aynı sıkıntıyı yaşamıştım. Bir de metinlerinde yer yer “Öz Türkçe” denen uydurmacılığa kaçması yok muydu, saçımı başımı yoluyordum, bana sanki “politik açıdan” biraz “hesâplı” davranıyormuş gibi geliyordu, onun ‘90’larda güzelim İstanbul Türkçesine dönüşünün şehir yazılarıyla başlamasına ise çok sevinmiştim, sonra bu tercihi romanlarına ve hikâyelerine de nüfûz etti, böylece ortaya birbirinden leziz kitaplar çıktı.

Selçuk Altun, Naci Çelik, Metin Celal ve Faruk Şüyün gibi müşterek dostlarımız olmasına rağmen Selim İleri’yle tanışmadım, hatta onu hiç görmedim. Ahmet Zeki Pamuk üstâdımıza ara sıra Çiçek’te ve Yakup’ta rastladığını söylerdi de, bizdeki bar kültürüne mesâfeli olduğumdan Çiçek’e, ağızlarına şeytan işemiş gazeteci kalabalığından hoşlanmadığımdan da Yakup’a pek girmezdim. Bücürüm gibi Selim İleri de aynı yalancı baharda aşkla sevdiği şehrini bizlere bırakıp gitti, kendisine Allah’tan rahmet diliyorum, pek sevdiği Reşad Ekrem’e komşu olduğu kabrinde huzur içinde uyusun.

Yaz sıcaklarını sevdiğim doğrudur, soğuk ve yağışlı havalardan ise nefret ederim, Bücürümü de kışta olmamıza rağmen güneşli bir İstanbul sabahında o çok sevdiği mavi battaniyesiyle toprağa verdim, ancak ‘70’lerde öyle değildi, sonbaharlarda bende başka bir heyecân başlardı. Biliyorsunuz, o yıllarda Eylül geldiğinde sinema sezonuna girilirdi, insanın ruhunu üşüten ıslak havalarda film seyretmeye bayıldığımdan, içten içe soğuklar bir ân evvel gelsin isterdim. Aynı günde peş peşe Küçükyalı 63’ün, Şaşkınbakkal Atlantik’in, Kızıltoprak Kent’in ve Kadıköyü Süreyya’nın seanslarına yetiştiğim çok olmuştur. Sinema sezonu başlamadan on gün evvelinden ise gazetelerde gösterilecek filmlerin listeleri yayınlanırdı, onları kesip dosyaladığımı anımsıyorum. Bir de Arif Damar’ın Yeryüzü Kitapevi’nden veya Emin Ersoy’un Dost Kitapevi’nden yeni sezon için ciltli bir defter alıp, sinemalarda ve televizyonda seyrettiğim filmleri deftere kaydettiğimi. ‘72 sonrasında televizyonda sinemalardakilerden çok daha fazla film seyrettiğimden eminim. Sırf merâkımdan ‘74-’75 sinema sezonunda tek kanallı siyah beyaz televizyonumuzda seyrettiğim filmleri de not aldığım defteri bulup açtım. ‘75-’76 ve ‘76-’77 sezonlarına ait defterlerim de var, ancak Tuzla’ya taşınacağımdan, onları kolilere koymuştum.

‘74-’75 defterimin yırtılmamış sayfalarından seçtiklerimse şunlar:

  • Aşkın Yasası (Robert Parish, 1957)

  • Alevli Halka (Mark Robson, 1954)

  • Berlin Macerası (Mark Robson, 1955)

  • Benim Üç Meleğim (Michael Curtiz, 1955)

  • Bitmeyen Yol (Duygu Sağıroğlu, 1965)

  • Bozuk Düzen (Haldun Dormen, 1966)

  • Büyük Yalan (William A. Wellman, 1937)

  • Buz Denizi Avcıları (Mark Robson, 1954)

  • Çiçekçi Kardeş (Llyod Bacon, 1940)

  • Çöpçatan (Joseph Anthony, 1958)

  • Dağlar Fedaisi (Edward Dmytryk, 1956)

  • Dansa Davet (Norman Z. McLeod, 1950)

  • Denizde İsyan (Edward Dmytryk, 1954)

  • Denizler Hakimi (Michael Curtiz, 1935)

  • Düşman Yolları Kesti (Osman Seden, 1959)

  • Ekmek Kavgası (Yılmaz Duru, 1965)

  • Ezo Gelin (Orhan Elmas, 1968)

  • Güz Yaprakları (Robert Aldrich, 1956)

  • Günahtan Sonra (Julio Coll ve Luis Garcia, 1964)

  • Hamlet (Grigori Kozintsev, 1964)

  • Harriet Craig (Vincent Sherman, 1950)

  • Hoşgörüsüzlük (D. W. Griffith, 1916)

  • Juarez (William Dieterle, 1939)

  • Karakolda (William Wyler, 1951)

  • Kazablanka (Michael Curtiz, 1942)

  • Kaybolmuş Çocuk (George Seaton, 1953)

  • Keşanlı Ali Destanı (Atıf Yılmaz, 1965)

  • Kentli (Llyod Bacon, 1935)

  • Kırık Hayat (George Sidney, 1956)

  • Korku Merdiveni (Robert Siodmark, 1946)

  • Korkusuz Boğalar (Robert Rossen, 1951)

  • Küçük Kaçak (Ray Ashley, 1953)

  • Küçük Lord (John Cromwell, 1936)

  • Küçük Sezar (Mervyn LeRoy, 1931)

  • Liberty Valence’yi Vuran Adam (John Ford, 1962)

  • Macera Kadını (Vincent Sherman, 1952)

  • Mark Twain’in Maceraları (Irving Rapper, 1944)

  • Otobüs Yolcuları (Ertem Göreç, 1961)

  • Piknik (Joshua Logan, 1955)

  • Rıfat Diye Biri (Ertem Göreç, 1962)

  • Savaş ve Barış (King Vidor, 1956)

  • Savaşa Kimse Gelmeseydi (Hy Averback, 1970)

  • Safari (Terence Young, 1956)

  • Sevgili Dolandırıcı (Alan Crosland, 1927)

  • Sevginin Bedeli (Anatole Litvak, 1940)

  • Şahane Macera (Stanley Donen, 1957)

  • Şahane Züğürtler (Anatole Litvak, 1937)

  • Şafak Devriyeleri (Howard Hawks, 1937)

  • Şöhretin Sonu (Mark Robson, 1956)

  • Şeytan Kadın (Richard Quine, 1956)

  • Siyah Orfe (Marcel Camus, 1959)

  • Son Kuşlar (Erdoğan Tokatlı, 1966)

  • Toprağın Kanı (Atıf Yılmaz, 1961)

  • Tuzak (Norman Panama, 1959)

  • Üç Arkadaş (Memduh Ün, 1958)

  • Vahşi Atlılar (Rudolph Maté, 1955)

  • Vahşi Kalp (Michael Powell ve Emeric Pressburger, 1950)

  • Vatan Kurtaran Arslan (Michael Curtiz, 1938)

  • Yaratılan Dünya (King Vidor, 1949)

  • Yağmurcu (Joseph Anthony, 1956)

  • Yenilen Korku (Robert Mulligan, 1957)

  • Yıllar Sonra (Mervyn LeRoy, 1936)

  • Yumurcakların Savaşı (Yves Robert, 1962)

Defterimin bundan sonraki sayfaları yok, sadece aradan bir yerden yırtılmış “Macera Kadını” (Vincent Sherman, 1952) kaydını bulabildim. Eksik iki formaya mukabil defterimin başına televizyondan ‘74’de seksen beş, ‘75’de ise seksen film seyrettiğimin notunu düşmüşüm, toplamda yüz altmış beş film ediyor. Burayaysa sadece altmış dokuz filmin ismini yazabildim. Şimdi soruyorum: Bizim kuşağın sinefillerine televizyonun mekteb-i ibtidâî olmadığını kim söyleyebilir?

Geçen yazımda ‘80 sonrasındaki televizyon dizilerinden bahsedeceğimi beyân etmiştim ama bu defalık beni mazûr görün, hiç keyfim yok, haftaya kalsın, çünkü kafam hep Bücür’de, dilimdeyse Kalben’in “Kedi” şarkısı taklalar atıyor, sadece o şarkıyı Bücür’e gönderecek kadar mecâlim var.

“Öyle çok seviyorum ki seni kedi / Evin yolunu ışıksız bir gecede bulur gibi / Öyle çok seviyorum ki seni kedi / Kelimeler olmadan aynı dili konuşur gibi / Sen yokken uykular hep kâbuslar ter içinde / Sırtım sırılsıklam, bak kirli saçlarım / Ayaklarım buz olmuş, keyfim kaçmış, gözler dolmuş / Kalıbımda hepten anlamsızın / Kalk dolaş koridorda ruhlar / Sarmaş dolaş tekinsiz korkular / Ve işte böyledir karanlıkta evi özleyenlerin / Biricik kedileri / Hani nerede kapındaki mırıltı / Söner gider kalbindeki pırıltı / Özlemek beter, sessizlikte bi’ tıkırtı / Ah, ah, ah / Öyle çok seviyorum ki seni kedi / Evin yolunu ışıksız bir gecede bulur gibi / Öyle çok seviyorum ki seni kedi / Kelimeler olmadan aynı dili konuşur gibi”.

Benden bu kadar, bittim. Tam da Kalben’in melankolik sesiyle üç noktayı atacağın esnâda Prof. Dr. Aydın Gülan’ın Emanet’i ve Halûk Sunat’ın Kırpış’ı aklıma düştü, umarım Bücürüme cennetlerinin yolunu onlar gösterir, belki de yıllar sonra hepsi tıpkı Enis Batur’un Boncuk’u gibi bir geceliğine dahi olsa evlerine dönüp, bizleri sevinçten ağlatırlar...

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.