Edmondo De Amicis’in Cadde-i Kebir’den bir servi ormanına ve mezarlıklara çıkması 1874 yılındadır, soldaki sekiz köşeli Maksem de, az ilerideki Halil Paşa Topçu Kışlası da servilerin derin sessizliklerinin arasında kaybolmuş gibidir. Hafiften sağ yaparak yüründü mü Pera seçkinlerinin yaz sıcaklarında takıldığı Belvü Bahçesi’ne çıkılıyor. Oranın tam konumunun yıllardır karıştırıldığını biliyorum, ama Refi’ Cevad Ulunay ustamızın 5 Temmuz 1949 günlü Yeni Sabah gazetesindeki tarifini esas alırsanız, hata yapmayacağınızdan eminim. Bu arada merâklıları için 1912 yılındaki ilk 1 Mayıs kutlamasının da Belvü Bahçesi’nde yapıldığını çıtlatayım. Kışladan Pangaltı’na kadar, mezarları saymazsak, bomboş kırlık, mahal Eremya Çelebi Kömürciyan’ın 17’nci yüzyıldaki ve İncicyan’ın 18’inci yüzyıldaki İstanbul kitaplarında yoktur, çünkü oraların asıl inkişâfı ‘30 ile ‘60 arasındadır: Kervansaray, Kahan, Dörtler, Pegasus, El Irak, Seyhan ve Belvü apartmanları hep yeni seçkinlerin ihtiyaçlarından doğan eserlerdir.
Füreya Koral verem tedavisinden dönüşünde El Irak Apartmanı’nın 2 numaralı dairesine yerleşmişti, ‘50’leri daha çok orada yaşadı, ‘70’lerin ilk yarısındaysa Arif Paşa Apartmanı’na geçti. Pınar Kür de ‘79 yılında Füreya Koral’ın üst katına taşınmıştı, Arif Paşa’nın onun “Bir Deli Ağaç” ve “Akışı Olmayan Sular” isimli kitaplarındaki hikâyelere girmesi bu yüzdendir. Artel Yayınları’nın edebiyatımızı çıkardığı kitaplardan çok El Irak Apartma’nda olmasıyla ve Hilmi Yavuz’un ‘72 sonbaharında orada çalışmaya başlamasıyla tırmaladığı muhakkaktır. Seyhan Apartmanı’nın birinci katında ise Perihan Bele oturuyordu, maalesef İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Ephraim Elrom da ‘71 yılında Seyhan Apartmanı’ndaydı.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nin kurucu isimleri, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı, 17 Mayıs 1971 günü saat 12.15 sularında Seyhan Apartmanı’na onun için girdiler, peşlerinden de Necmi Demir’i ve Oktay Etiman’ı içeriye soktular. Niyetleri Ephraim Elrom’u rehin alıp, idamla yargılan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun üyeleriyle takas etmekti. Saat 13.30 gibi de Elrom’un ve Hüseyin Cevahir’in apartmanın girişinde karşılaştıklarını, Hüseyin Cevahir’in onu Perihan Bele’nin dairesine sokmaya çalıştığını, Elrom’un karşı koyması üzerine Oktay Etiman’ın yardımıyla altmış yaşındaki adamı Perihan Hanım’ın dairesine aldıklarını biliyoruz. Paketlerini Ulaş Bardakçı’nın 11 Mayıs’ta Teşvikiye’den kaldırdığı 34 LF 584 plakalı Anadol marka otomobile yüklemek içinse Perihan Hanım’ın dairesinde biraz daha bekledikleri kesindir, Perihan Hanım onlara sık sık Atatürk’ün silâh arkadaşı Refet Bele’nin dulu olduğunu anımsatmasına rağmen, militanların heyecândan kadıncağızı dinlediklerini pek sanmıyorum, çünkü her defasında kendilerinin de kurtuluş savaşı verdiklerini söyleyerek Perihan Hanım’ı susturmaları bu düşüncemi doğruluyor. Seyhan Apartmanı’ndan plakadaki L harfi E harfiyle değiştirilmiş olan Anadol ile kira sözleşmesi Hv. Tğm. Cengiz Aker üzerine olan Nişantaşı’ndaki Hamarat Apartmanı’nın 8 numaralı dairesine geçerler. Aslında Hv. Tğm. Cengiz Aker diye biri yoktur, o ismi Hv. Tğm. Saffet Alp uydurmuştur.
Hükûmet örgütün taleplerini kabul etmez, verilen mühlet de dolar. 23 Mayıs’ta sokağa çıkma yasağı uygulanacaktır, bu da Baytar Ahmet Sokak’taki 5 kapı numaralı Hamarat Apartmanı’ndan dışarıya çıkamadıkları takdirde yakalanacakları anlamına geliyordu. Orayı terk etmeye kalksalar, yanlarında bir rehineyle Teşvikiye’den ayrılmaları asla mümkün değildi, Ephraim Elrom artık kendilerine ayak bağıydı, ayrıca yaşlı adamın cesâreti karşısında ne yapacaklarını bilemez duruma da düşmüşlerdi. Mahir Çayan’ın ve Ulaş Bardakçı’nın rehineden ancak onu öldürmekle kurtulabileceklerinde ısrarcı oldukları söylenmiştir, ama Hüseyin Cevahir’in, Oktay Etiman’ın, Necmi Demir’in ve Ziya Yılmaz’ın öldürme fikrine şiddetle karşı koydukları kesinleşmiştir.
Bana sorarsanız, onlara Eprahim Elrom ismini kimin verdiği hayli karanlık bir ayrıntıdır derim. Çünkü, Ephraim Elrom, ömrünü kaçak Nazileri aramakla geçirmiş ve Adolf Eichmann’ın sorgusuna katılmış faşizm karşıtı bir adamdı. Üstelik acılı bir babaydı da, üç yıl kadar önce biricik oğlunu uçak kazasında kaybetmişti. Amerikan istihbaratına çalıştığı iddia edilen eski Nazi Alois Brunner’in bu işte parmağı var mıydı, varsa bile olayın tam neresindeydi, kimlerle irtibattaydı ve amaç neydi, bilinmiyor. Alois Brunner’in Suriye’ye geçmeden önce Gümüşsuyu’nda oturduğunu elbette anımsayanlarınız çıkacaktır, Soğuk Savaş yıllarında bazı kaçak Nazilerin Gümüşsuyu’nda saklandığıysa artık bir sır değildir.
Neyse, biz yeniden 22 Mayıs 1971 günü saat 17.00 sonrasına dönelim, Elrom için yazı tura atılmış, onu da Mahir Çayan ve Ulaş Bardakçı fikri kazanmıştır. Bir ifâdeye nazaran, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Oktay Etiman, İlyas Aydın ve Saffet Alp daireyi terk edince, Mahir Çayan 6.35’lik tabancasıyla Elrom’un sağ kulak sayvanı ön üst kısmı saçlı deri mıntıkasına üç el ateş ederek işi bitirmiştir, daha sonradan ortaya çıkan bir başka ifâdeye nazaransa Hv. Yzb. İlyas Aydın rehineyi öldürmüştür. Yaşamlar kaydıktan sonra hangisinin doğru olup olmadığının pek bir önemi kalmıyor, ben kafayı sadece Elrom’un öldürüldüğü 22 Mayıs’a takık durumdayım: Eichmann’ın on bir yıl önce Buenos Aires’in yirmi kilometre kadar kuzeyindeki San Fernando’dan kaçırılıp 22 Mayıs günü İsrail’e getirilmiş olması sizce de hayli tuhaf bir tesadüf değil midir?
23 Mayıs sabahı saat 04.40 sularında Ütğm. Temel Ünsal komutasındaki askerler Hamarat Apartmanı’nın 8 numaralı dairesinin kapısına yüklenip içeriye girdiklerinde, Eprahim Elrom’un cesedini bulmuşlardı. Baytar Ahmet Sokak’ta o günlerin tanıklarından birileri kaldı mı, pek emin değilim, ama Hamarat Apartmanı’nın edebiyatımıza Osman Balcıgil’in “Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var” romanıyla girdiğini buraya not düşeyim. Ayrıca, Ephraim Elrom’u kaçıranlardan Hüseyin Cevahir arkadaşlarının aksine edebiyata düşkündü, mahfillerde Yeni Eylem ve Yordam dergilerindeki yazıları nedeniyle ismi geçiyordu. Az kalsın unutuyordum, söze Adolf Eichmann’ın San Bernardo’dan kaçırılışını bulaştırmışken, İsrail’in İstihbarat ve Özel Harekâtlar Enstitüsü’nün temelinde İstiklâl Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı’nın bulunduğuna dikkatlerinizi de çekeyim. Enstitünün ‘49 ile ‘53 arasındaki ilk direktörlüğünü yapan Reuven Shiloah’u Mısır Apartmanı’nın üçüncü katına Sami Günzberg’in kiracısı olarak memur edense David Ben Gurion’du. Aynı apartmanın dördüncü katındaki 22 sayılı bağımsız bölümün mükerrer 14 kapı numaralı dairesinde ise Mehmed Âkif’in son nefesini verdiği aklıma geldikçe ürperiyorum.
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Edmondo De Amicis isminde bir adam varmış deyip de, Cadde-i Kebir’in sonundan, kuşların cıvıl cıvıl ötüştüğü, asırlık servilerin koyu yeşil gölgelediği 1874 yılına ayak basmamıza karşın, birdenbire nasıl ‘71’de kaybolduk, ben de anlamadım. Buna kafayı yormayalım, isterseniz kaldığımız yerden yeniden Edmondo De Amicis ile yürümeye devâm edip, İstanbul’un denizden en uzak mahallesinde, Pangaltı’da nefeslenelim: Mahallin ismini Pancaldi kahvehânesinden aldığı muhakkaktır, uçsuz bucaksız kırlara, 1837 yılında Surp Agop Hastahânesi, 1838 yılında Artigiana, 1847 yılında Saint Esprit Kilisesi ve 1847 yılında Mekteb-i Harbiye dikiliyor, 1866 yılında da Mıhitaryan Okulu oradaki yeni binâsına taşınıyor. Cumhuriyet döneminde, Mıhitaryan’da, Ahmet Hamdi Tanpınar, Hilmi Ziya Ülken, Mithat Sadullah ve Hasan Tanrıkut öğretmenlik yaptılar. Ancak, Pangaltı, edebiyatımıza asıl Suna ve Hay-Layf pastahâneleriyle girdi. Esat Adil’in Gerçek gazetesinin üçüncü çıkışında, 27 Eylül 1950 ile 19 Aralık 1950 arasıdır, Suna Kıraathânesi’nin ve Hay-Layf Pastahânesi’nin büyük önemleri vardır. Suna Kıraathânesi Yenilikler dergisinin yazarlarının da mekânıydı, “Halaskâr Gazi Caddesi, No. 149” adresindeki Hay-Layf ‘a ise daha çok Attilâ İlhan takılıyordu, Salâh Birsel amcamız, Orhan Hançerlioğlu’nu ve Hasan Tanrıkut’u orada tanıdığını yazmıştı. Hay-Layf’ı, Asklipios Mazarakis ve A. Emanolidis işletiyordu, meş’ûm 6-7 Eylül pastahânenin camlarının kırılmasıyla başlamıştı. Hay-Layf, Tan Sineması ve Tunç Kafetarya, eski Pancaldi bahçesinin arazisindeydi, bugün onların yerindeyse Ramada Plaza by Wyndham yükseliyor.
‘71 ile ‘75 arasında, şâyet Beyoğlu ve Şişli sinemalarında beklediğim bir film gösterime girerse, dayanamayıp okulu kırardım. Sinemaya girmeden önceyse, Yordan Muhallebicisi’ne veya Milto Pastahânesi’ne uğrayıp tıkınmak gibi bir alışkanlık edinmiştim. Yordan 1843 yılından beri Pangaltı’daydı. Aynı semtteki Milto’yu ise Helga ve Vartan çifti işletiyordu, pastahâneyi ‘56 yılında açmışlar, bunca yıldır onların isimlerini unutmamam Vartan’ın birâderi Vahriç Melkonyan yüzündedir, altmış kiloda eski boks şampiyonlarımızdan olan Vahriç sanırım epey önce Almanya’ya yerleşmişti. Bir de Kurtuluş İlkokulu’nun hemen yanında ‘57 yılında açılan Maskot Pastahânesi vardı, sâhibi Stella Vraikou olmalıydı, oraya üç veya dört defa gitmeme karşın, tutti frutti kekinin tadı damağıma yapışıp kaldı. Maskot ‘74 yılında kapandı, işletmeci ailenin ise Atina’ya yerleştiğini duymuştum.
Tutti frutti keki merâk mı ediyorsunuz? Olsa da, yesek! Ama, size şıppadak tarifini vereyim. Dört yumurta ve bir su bardağı şekeri cam kap içinde mikser ile çırpın. Sonra ona yüz elli gram eritilmiş tereyağı, bir su bardağı elenmiş un, bir paket kabartma tozu, bir paket vanilya ve bir su bardağı da haşhaş tohumu ekleyin. Sıkı durun, asıl maharet şimdi başlıyor, bir su bardağı cevizi, bir portakal kabuğu rendesini ve bir su bardağı karışık glaze meyveyi, evet, unlayıp kevgirden geçirerek, malzemenin içine atın ve hepsini tahta kaşıkla iyicene karıştırın. Bu bulamacıysa yağlanmış kalıba döküp, önceden ısıtılmış fırında yüz yetmiş derecede otuz beş dakika pişirin: Tutti frutti kekin tarifini ustalardan ben böyle aldım, sanırım eksiğim yok, ama inanın yaptığınız yine de Maskot’un tutti frutti keki gibi olmayacak.
Pangaltı’nın az ilerisindeki Osmanbey benim için biraz Necdet Bey’in ‘70 yılında “Halaskâr Gazi Caddesi, No. 275-277” adresinde açtığı Sander Kitabevi’ydi, biraz da Hasan Tanrıkut’tu. Mithat Sadullah ile Şukûfe Nihal’in oğlu olan Necdet Sander, hayli matrak bir adamdı, oraya ne zaman girsem, Oktay Akbal’ı, Mehmet Seyda’yı ve Necati Cumalı’yı gördüğümü anımsıyorum. Hasan Tanrıkut’u ise ‘78 veya ‘79 yılında iki defa gördüm, önce Kadıköyü’ndeki Beyaz Fırın’ın karşısındaki kilisenin, sonra da Sander Kitabevi’nin önünde. Bakırköy’den kim bilir kaçıncı çıkışıydı, vasîsi olan kardeşi Mehmet, emekli gazeteciydi, ‘75 yılında yaşama gözlerini kapattığından, kendisine bir bakan var mıydı, bilmiyorum. Kaldığı Kırağı Apartmanı, Sander’in arkasında, aynı isimli sokaktaydı. Sonradan ismi Nakiye Elgün olarak değiştirilen Kırağı Sokağı’nın diğer meşhûrları arasına, Şefik Hüsnü’yü, Sait Faik’i ve Attilâ İlhan’ı yazabilirsiniz. Şefik Hüsnü 39 numarada, Sait Faik ise 32 numarada oturmuştu. Attilâ İlhan’ın Kırağı Sokağı’ndaki ikametiyse, Hasan Tanrıkut’un askere giderken dairesini Attilâ İlhan’a bırakmasındandı: Bugün kim bana Hasan Tanrıkut derse, ruhum feci acıyor, çünkü Hasan’ı faşizm yemişti...