“Ayaspaşa Mezarlığı’ndan günümüze artık hiçbir iz kalmadı. Oraya kimler isimlerini ve kimliklerini bırakmıştı, maalesef bilmiyoruz. Oysa, Ayaspaşa’daki bütün mezarlar ve kitâbeleri 19’uncu yüzyılın sonlarında Fındıklılı İsmet Efendi tarafından kayda alınmıştı. Bu pek değerli çalışmanın kitaplaşamadan 1896 yılındaki Fındıklı Yangını’nda kül olmasıysa insanın ruhunu acıtıyor.”
Selçuk Altun’un Sağlık Sokak’taki okuma yazma evine ne zaman uğrasam, yakıcı bir geçmişe özlem duygusuyla boğuşuyorum. ‘70 başlarında, oradan Taksim’e doğru en fazla elli adım geride bulunan 27/A numaranın yerindeki apartmanda, hikâyeci ve ressam Fikret Ürgüp’ün nasıl yapayalnız yaşadığı sizin de aklınıza hiç düşüyor mu? Alman Sefâreti Sarayı’na doğru elli adım kadar aşağıdaki Bağodaları denen sırttaysa Hüseyin Rahmi’nin doğduğunu bilenimiz pek azdır. Aynı mahallin “Beytülmalcı Sokak, No. 68/7” adresindeki Gümüşay Apartmanı’nda Ahmet Hamdi ömrünün son on yılını geçirdi, artık sokağın ismi Emektar, yerine dikilen apartmanın kapı numarası da 17’dir. Selçuk Altun’un penceresinden caddeye doğru bakarsınız, karşı sırada 23 numaradaki Park Palas’ı, 25 numaradaki Kunt Apartmanı’nı ve 27 numaradaki Ayas Paşa Palas’ı görürsünüz. Bir zamanlar orası Şinâsî’nin de yattığı Ayaspaşa Mezarlığı’ydı. Aslında, 13 Mayıs 1932 günlü Son Posta gazetesine göre, takriben elli beş dönüm olan Ayaspaşa Mezarlığı üzerine on iki apartman dikilmişti. Ancak, Şinâsî’nin cenazesine katılanlardan Ebüzziyâ Tevfik Bey’in tarifine göre, ustamızın mezarı Park Palas, Kunt ve Ayas Paşa Palas isimli apartmanlardan birinin altında kalmış olmalıdır.
Şinâsî’nin evi Sormagir’de, mahallenin kuzey yönünde, avlulu büyükçe bir bahçenin içinde ve bugünkü Pürtelaş Sokak ile Sıraselviler Caddesi arasında, eski Alman Hastahânesi’nin arkasına pek yakındı. Avlunun sol tarafındaki on iki basamaklı bir merdivenle sofaya çıkıldığını Ebüzziyâ Tevfik yazmıştı. Nâzikter Hanım 1857 veya 1858 yılında Sormagir’e gelin geldiğinden, o evin muhtemelen yirmi beş yıl kadar önce Şinâsî’nin validesi Esmâ Hanım tarafından satın alındığı tahmin ediyorum. Şinâsî’nin mahdumu Hikmet 1859 doğumludur, Saraylı Nâzikter Hanım’ın Şinâsî’yi boşamasıysa 1865’tir. Milleti dilsizlikten kurtaran ve kendisinden sonraki kuşaklara edebiyat sevgisini aşılayan Şinâsî 14 Eylül 1871 günü Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda, Ebüzziyâ Tevfik Bey, Nâzikter Hanım’ın üzüntüyle boşadığı zevcinin tabutuna bakışına tanık olmuştur.
***
Taksim makseminin önünden Gümüşsuyu’nun aşağısına kadar Müslüman, Gümüşsuyu’ndan inişte sağ kısmın başıysa Katolik mezarlığıydı. Bu mezarlık alanına ilk büyük müdahalenin Topçu Kışlası’nın inşâsı için 1803 ve 1804 yıllarında başladığını biliyoruz. Sefâret Sarayı mahallinden Dolmabahçe’ye inişteki mezarlara gelirsek, size onların 1843 yılından itibaren kademe kademe kaldırılarak, alt tarafa sarayın ahırlarının, karşısındaki yamaca da bir tiyatronun kondurulduğunu söyleyeyim. Onlardan sol tarafta kalan mezarların büyük kısmıysa Gümüşsuyu Kışlası’nın ve Gümüşsuyu Askerî Hastahânesi’nin inşâları için 1862 öncesinde yok edilmiştir. Alman Sefâreti Sarayı’na Allah’tan Şinâsî yetişemedi, halkı sakinleştirmek için orada sadece Silâhdâr Ali Ağa’nın ve ailesinin mezarlarına dokunulmamasıysa ayrı bir avantadan lavantadır. Peki, İttihat ve Terakki döneminde Cemal’in mezarlıktan toplattırdığı kemikleri başka yerlere naklettirmesine ve köpek katili şehremanetimiz Cemil Topuzlu’nun Ayaspaşa Mezarlığı’nı iskana açmasına ne diyeceğiz? Ayaspaşa Mezarlığı’ndan günümüze artık hiçbir iz kalmadı. Oraya kimler isimlerini ve kimliklerini bırakmıştı, maalesef bilmiyoruz. Oysa, Ayaspaşa’daki bütün mezarlar ve kitâbeleri 19’uncu yüzyılın sonlarında Fındıklılı İsmet Efendi tarafından kayda alınmıştı. Bu pek değerli çalışmanın kitaplaşamadan 1896 yılındaki Fındıklı Yangını’nda kül olmasıysa insanın ruhunu acıtıyor.
Şinâsî’nin ve validesi Esmâ Hanım’ın mezarları, Ebüzziyâ Tevfik Bey’in ifâdesiyle, tam da Baron Blanc’ın altmış odalı konağının karşısındaymış. Bu konak sonradan Sultan II’nci Abdülhamid tarafından on dokuz bin altına satın alınarak Tevfik Paşa’ya verilmiştir. Paşamız Londra’ya sefir olarak gidince, konak, önce Rıfat Paşa, ardından da Asım Bey tarafından kullanılmıştır. Ancak, Asım Bey’in ailesinin dikkatsizliği yüzünden ‘11 yılında konağın büyük kısmı yanar. Cihan Harbi çıktığında İstanbul’a dönen Tevfik Paşa ve sonradan Afife ismini alan zevcesi Elisabeth Tschumi, yangında zarar görmeyen kâgir müştemilâ yerleşirler. Konağı otele dönüştürme fikrinin Afife Hanım’dan çıktığı muhakkaktır. Tevfik Paşa’nın mahdumu Ali Nuri Bey ‘30 yılında orada Miramere isimli bir otel açıyor, ‘34 yılındaysa taşınmaz Aram Hıdıryan’nın mülkiyetine geçince Park Otel ismiyle işletilmeye başlanır. Yahya Kemal’in bu otelin 165 numaralı odasında on altı yıl boyunca tek kuruş ödemeden Aram Efendi’nin misâfiri olarak kalması beni yerlere yapıştırıyor. Park Otel’in 205 numaralı odasının Adnan Menderes’in kaçamaklarına tahsis edilmesiyse, ayrı bir kakara kikiridir.
***
Bir zamanlar Ayaspaşa’dan Kabataş’a kadar inen arazi Namık Paşa’nın mülküymüş. Onun üç bahçe kapalı muhteşem konağı da o sırttaymış. Sâmiha Ayverdi, konağın bahçe kapılarından birincisinin Fındıklı’da, ikincisinin Kabataş’ta ve üçüncüsünün de Ayaspaşa’da olduğunu yazmıştı. Bu arazi Ahmed Midhat Efendi ile Fıtnat Hanım arasındaki aşkın mekânı olması nedeniyle önemlidir. Efendimiz sürgün dönüşünde Namık Paşa’nın konağının alt tarafındaki bir hâneye yerleşmişti, uzun kıvırcık kirpikleriyle ve firûze rengindeki gözleriyle âfet-i devrân Fıtnat Hanım ise, onun arka tarafında, en fazla on metre kadar ilerisinde bulunan bir köşkte ikamet ediyordu. İkisi arasında sadece küçük bir bahçenin bulunduğunu mektuplaşmalarından anlıyoruz. İlginç olan, Fıtnat Hanım’ın muhtemelen 1878 yılının yazında ikinci evliliğini yaptığı Mehmed Ali Bey’in köşkünün de, Namık Paşa’nın konağının karşısında, Pervititch’in ‘26 yılı haritasında Taşlı Çıkış Sokağı’nın iç köşesi olarak işâretlenen yerde bulunmasıydı. Bunlar da benim aklıma hepsinin Namık Paşa ile bir şekilde hısımlık ilişkisinin olabileceğini getirmektedir.
Ahmed Midhat Efendi’nin validesi Adığe’ydi, ilk evliliğiniyse Hağur Hüseyin ile yapmıştı. Anapa kalesi düşünce, zevci onu ve oğlunu adamlarından Hüseyin’in yanına katarak İstanbul’a göndermişti. Aslında, Adığeler 1828-1829 savaşından sonra Çarlık rejimi tarafından Kafkasya’dan kitlesel göçlere zorlanmıştı.
Bu kitlesel göçlerin ise Osmanlı şehirlerinde Adığe halkından ayrı ve farklı bir tabaka oluşturduğu muhakkaktır. Bir rivâyete göre de, Ahmed Midhat Efendi’nin validesiyle Fıtnat Hanım’ın validesi kardeşmişler, ancak bunu doğrulayacak bir delilimiz şimdilik yoktur. Belki bundan daha önemli sayılabilecek husus ise, Namık Paşa’nın boşadığı zevcesi Gülfidan Hanım’ın da bir Adığe olması ihtimalidir. Namık Paşa’nın torunlarından Ahmet Nuri Sinaplı, dedesinin Gülfidan Hanım’ı akli dengesi bozuk olduğu için boşadığı kanısındadır. Fıtnat Hanım’ın annesinin ve Nefise Hanım’ın bu Gülfidan Hanım ile kan bağı olabileceğini düşünüyorum. Muhtemelen Fıtnat Hanım’ın ikinci zevci de bu hısımlık ilişkisine dahildi.
Ahmed Midhad Efendi ile Fıtnat Hanım arasındaki aşk Ayaspaşa ile Kabataş arasındaki sırtlarda başladığında, Fıtnat Hanım ilk zevcinden boşanmış otuz beş yaşlarında bir duldur. Evli olan Ahmed Midhat Efendi, mektuplaşmaya başladıklarında, “Otuz dört yaşıma geldiğim ve çocukluktan beri birçok tehlike geçirdiğim hâlde, ikinci kalp çarpıntısını, bu akşam mektubunuzu Mürsel getirip de okuduğumda hissettim” diye yazıyor. Fıtnat Hanım mektuplarını “Senin cariyen” şeklinde imzalıyor ve mürekkebe sık sık “Midhat, baştan ayağa cân Midhat, seviyorum, seviyorum, pek seviyorum seni!” şeklinde taklalar attırıyordu. Elimize geçen son mektuptan da, onların 20 Mayıs 1878 günü on sekiz saatlik bir kaçamak yaptıkları ortaya çıkıyor, sevişmelerine düşen silâh sesleriyse Çırağan Baskını’ndan geliyordu.
Çırağan’da olup bitenler ikisinin de umurlarında değildir. Ahmed Midhat Efendi ona “Sizinle on sekiz saat geçirdim ki, o kadar bin yıllık mes’ûd ömürlere bedeldir” diye yazıyor. Son mektup edebiyat tekniği açısından pek güzeldir ama on sekiz saatlik sevişmeden sonra aralarına ne girdi, maalesef bilmiyoruz. Birkaç ay sonraysa Mehmed Zihni’nin “Meşâhir’ün Nisâ” isimli eseri yayınlanıyor ve kitaptan Fıtnat Hanım’ın artık Bahriye mektupçusu Mehmed Ali Bey’in nikâhında olduğunu öğreniyoruz.
***
Bu defa da Ayaspaşa’dan geriye dönüp, Taksim Meydanı’ndan aşağıya, Cihangir’deki Tüfekçi Salih Sokağı’na yürüyelim. Orada 7 numaralı apartmanın önüne gelince durun ve 5 numaralı kapının zilini çalın. Haydi ben sizi ‘53 yılının ilkbaharına yerleştireyim, size kapıyı muharrir Kemal Râgıp Enson, hanımı Fatine ve Amerikan Koleji’nin yüksek kısmında okuyan yirmi iki yaşındaki oğulları Âtıf açacaktır.
Şâyet o daireden kötü şeyler hissedip tırstıysanız, yanılmadığınızı söyleyeyim. Önce Âtıf 6-7 Eylül gecesi, ondan sekiz gün sonraysa oğlunun acısına dayanamayan Fatine Hanım intihar ederler. Bir başına kalan Kemal Râgıp’ın intiharlarla hesaplaşmasının “Oğlumla Başbaşa” ismini verdiği kitabı ‘54’te yayınlanır. 28 Temmuz 1954 günlü Cumhuriyet gazetesinde kitabın küçük bir tanıtımı vardır, aynı gazetenin üç gün sonraki 31 Temmuz günlü nüshasınaysa baş sayfadan “Muharrir Kemal Râgıp’ın feci ve hazin ölümü” başlığıyla bir haber girer. Kemal Râgıp da oğlunun ve karısının ardından kendisini öldürmüştür. Bugün onlar artık Zincirlikuyu Mezarlığı’nın Ada E kısmında, 111, 112 ve 113 numarada ebedî uykularındalar.
Farkındayım, hayli müteessir oldunuz, biraz kafa dağıtmak için Akarsu Yokuşu Sokağı’nın başında 46 numaradaki Özkonak’a uğrayıp, üzerine gül suyu dökülmüş ve bol pudra şekeri serpilmiş birer su muhallebesi götürelim diyecektim ama, şıppadak anımsadım, sahi orası da artık yok. Ahmet Zeki Pamuk ile ‘79 ve ‘80 yıllarında Özkonak’a takıldığımızda sadece muhallebiciydi, sanırım ‘87’den sonra esnaf lokantası oldu, bununla birlikte camındaki “Özkonak” yazısıyla onun altındaki “Kuruluşu 1963” ibaresi hiç değiştirilmedi. Balıkpazarı’nda manavlık yapan Ahmet Tak’ın, dükkânı bir Karadenizli ustayla anlaşarak açtığını söylemişlerdi, ardındansa oğulları Hamdi ve Mahmut işin başına geçmişler. ‘90’larda, yirmi çeşit tencere yemeği çıkıyordu, bu yüzden Beyoğlu’ndaki Şahin’de ve Nizam’da masa bulamadığımda, ilk tercihim hep Özkonak olmuştu. Şimdi soruyorum: Sizce ismini Avanos’un küçücük bir beldesinden alan tencere yemekçi Özkonak’ın, bir semti “Geyik Coffee Roastery”, “Manuel Deli Coffee”, “Journey” veya “Cold Bread” gibi isimlerle işgal eden mekânların arasında açık kalma şansı var mıydı?