"20'inci yüzyılın başlarında İstanbul'daki Rum nüfusun muhtemelen yarısını Beyoğlu'nda ikamet eden Rumlar oluşturuyordu. Peki semtin Rumları birbirlerini anlıyorlar mıydı?
Bizans döneminde Galata etrâfı surlarla çevrili bir kasabaymış. Sorunumuzsa surların çevresinin uzunluğundadır. 16’ncı yüzyılın topoğrafyacılarından Petrus Gyllius 4.400 kadem uzunluğunu vermiştir, bu da takriben 1.341 metre ediyor, ama aynı yüzyıldan coğrafyacı Nikolay de Nikolay üç milden biraz noksan ifâdesini kullanarak, Petrus Gyllius’a metre hesabında epeyce bindirmiştir. Surlardan denize doğru inen yamaçlara ise vaktiyle “İncirlik” anlamına gelen Sikai dendiği yazılıyor. Galata’nın üst mıntıkasıysa, devr-i Osmanlı’ya kadar, gayr-i meskûn bir ormanlık araziymiş, önceleri bütün mahal “Peran tis poleos” iken, sonra surlarla çevrili kısım Galata ismiyle tefrik edilmiş ve üst kısım “Peran tis poleos” ifâdesindeki “Peran” kelimesinden araklama Pera olarak kalmış.
Petrus Gyllius’tan ve Nikolay de Nikolay’dan bir asır sonra Evliya Çelebi tarihe çıkıp, Galata’yı on sekiz mahalleye ayırmıştır. Yetmiş mahalleyi Rumlara, on sekiz mahalleyi Müslümanlara, üç mahalleyi Frenklere, iki mahalleyi Ermenilere ve bir mahalleyi de Yahudilere tahsis eden Evliya Çelebi, “bu şehirde bağ ve bahçe yoktur” demez mi, insanın aklına hemen denize inen yamaçlardaki incir ağaçları geliyor. Muhtemelen o güzelim incir ağaçları İustinianus’un imar faaliyetlerinde yok edilmişlerdi, bunu da onun imparatorluğunda yamaçların “İustiniane” şeklinde tesmiye edilmiş olmasından çıkarıyorum. Galata’ya Müslümanların yerleşmesi fetihten sonradır, II’nci Bâyezîd surların dışındaki topraklardan birazını İskender Paşa’ya avlak olarak vermiş, o da avlak içinde Théodore Manastırı’nın harabesinin bulunduğu kısmı bir Mevlevîhâne tesisi için Sultan Dîvânî Mehmed Semâî Çelebi’ye tahsis etmiştir. Galata Mevlevîhânesi’nin temeli 15’inci yüzyılın sonlarında atıldıktan sonra, 16’ncı yüzyılda da hemen alt kısmına Müeyyedzâde ve Şahkulu camileri inşâ edilmiştir.
Galata Mevlevîhânesi denince hepimizin aklına Şeyh Gâlib gelir de, nedense Fasîh Ahmed Dede’yi ve Esrâr Dede’yi ıskalarız. Oysa, Fasîh Ahmed Dede, dîvân sâhibi iki şâir yetiştirmiş, Nedîm, Şeyh Gâlib ve Esrâr Dede başta olmak üzere pek çok şâiri de etkilemiştir. Dili mahlasının ifâde ettiği şekilde fevkalâde güzel kullanan ve vezne hâkim olan Fasîh Ahmed Dede, eserlerinde kendine has bir üslûp ortaya koymuştur. Özellikle rindâne ve âşıkâne olan gazellerinde büyük bir başarı göstermiş, şiirlerinde deyimleri ve atasözlerini ustalıkla kullanırken, hat, resim ve mûsiki unsurlarına da yer vermiştir. Onun hat sanatındaki mahâretine “meşk-i aklâmda sahib-i yed-i tûlâ” ifâdesiyle şerhlendirilmiş, resim sanatındaki mahâretiyse “fenn-i ressâmlıkda manend-i Mânî ve nakkâş-çîn-i sâni olup” şeklinde değerlendirilmiştir. Rind meşreb bir Mevlevî olarak sadece kendi nefsiyle uğraşmış, zarîf, hoş sohbet ve nüktedân kişiliğiyle büyük hürmet görmüştür. Fasîh Ahmed Dede’nin mevlevîhânede çok sayıda kedi beslediği bir hakikattir, “Elfakir Fasîhü’l Mevlevî” olarak imzaladığı bir eserinde, kendisini on dokuz kedisi arasında resmetmiştir. Dedemiz kedilere hücresini ve döşeğini onlarla paylaşacak kadar düşkün bir münzevîdir. Mevlevîhânenin diğer sakinleri de onca kedinin bir dergâh odasında barınmalarına, bakılıp beslenmelerine, koridorlarda dolaşmalarına ve diğer odalara girip çıkmalarına ses çıkarmamışlardır. Fasîh Ahmed Dede’nin kendisinden önce otuz dokuz kedisinin öldüğünün ve onların hepsini kefenleyip dergâhın mezarlığına gömdüğü yazılmıştır ama muhtemelen otuz dokuz rakamı da kefen de uydurulmuştur. İşin aslı, çok fazla sayıda kedi beslediği ve onlardan ölenleri dergâhın bahçesine gömdüğü şeklinde olmalıdır. Fasîh Ahmed Dede’nin vefâtından önce mevlevîhânede hücre hücre dolaşıp, “Fasîh’le alacağı olan gelsin!” dediğini ve dervişlerin hepsiyle vedâlaşmasının ardından hücresine çekilip ölmeye yattığını biliyoruz. Na’şını vasiyeti üzerine Mehmed Nasûhî Üsküdârî yıkamış, Nihâdî ve Şehdî ise vefâtına tarihler düşürmüştür. Fasîh Ahmed Dede’nin şiir dünyasından çıkan Esrâr Dede’ye gelirsek, Ahmed-i Bîzebân’ın oğlu Mehmed’in Mevlevîliğe intisâbı Gâlib’in şeyhliği dönemindedir. Ancak, daha öncesinde Derviş Nuri gibi bazı Mevlevîler ile teması olduğu anlaşılıyor. Şeyh Gâlib’in kendi fıtratına aykırı olan rind meşreb, güzel kadına düşkün ve esrârkeş Ahmed-i Bîzebân oğlu Mehmed’e onunla mehtâp âlemlerine çıkacak kadar değer ve önem vermesiyse, ancak onun yazdığı şiirleri bilmesiyle açıklanabilir. Rivâyet doğruysa ve Mehmed’e bir ara “seyyâh” verilmişse, her şâiri ve her şiiri beğenmeyen Şeyh Gâlib’in onu affetmesi, tamamiyle Mehmed’i asrının en iyi şâirlerinden biri olarak kabûl etmesi yüzündendir. Ahmed-i Bîzebân’ın oğlu Mehmed muhtemelen Mevlevîliğe intisâbından önce de şiir yazıyordu, ancak onları sıralayıp toplaması Şeyh Gâlib’in teşvikiyledir. Esrâr Dede, çilesini Mirac Kandili’ne tesadüf eden günde tamamlayıp hücresine çıktıktan az sonra yanında Sıdkî isimli bir şâir arkadaşı varken vefât etmiştir. Ama, vefâtından önce, epeydir yorgun ve bitkin olduğu, benzinin sararıp solduğu ve artık ölmeyi istediği anlaşılıyor. Surûrî onun vefâtının nedeni olarak “Yedi beng-i eceli benzi sarardı soldu” diyerek esrâr düşkünlüğünü göstermiştir. Ona “Esrâr” mahlası da muhtemelen bu düşkünlüğünden dolayı verilmiştir. Ölmeyi istemesiyse, ancak dayanılmaz ağrılar çekmesi nedeniyle olabilir. Bu da bana Esrâr Dede’nin kanserden vefât etmiş olabileceğini düşündürtüyor. Kendisi gibi “katı mey perest” ve Melâmî meşreb bir şâir olan büyüğü Fasîh Ahmed Dede’nin yanına defnedilmiştir.
Galata’nın eski Yahudi nüfusundan ‘70’li ve ‘80’li yıllara ne kadar Yahudi kalmıştı, bilemiyorum, ama mevlevîhânenin az altındaki Yörük Çıkmazı’nı hep Yahudi sanatçılarla anımsıyorum. Ressam ve şâir Habib Gerez orada, çıkmazın girişinde soldaki apartmanın ikinci katında yaşıyordu. Beni onun dairesine Yusuf Algazi götürmüştü. Sefarad şarkıcısı Jak Esim de bizimleydi. Aklımda kaldığı kadarıyla Yusuf Algazi yeni çıkan “Bahra Lambaya” isimli şiir kitabını Habib Gerez’e verecekti, Jak’ı da mağazalarından alıp, öyle inmiştik Yörük Çıkmazı’na. Bir defasında da Stüdyo İmge mahfilinden arkadaşım Mario Levi’ye caddenin başındaki Lale Plak’ın önünde rastlamıştım, kan ter içindeydi, maalesef nereye koşturduğunu şimdi çıkaramıyorum. Aynı mahfilden arkadaşım Jak Deleon ise karşıma hep Galatasaray’da çıkmıştı, yanında da Barones Valentine Taskin olurdu. Bizim kuşağın gündüzleri Bâb-ı Âli’de kapı kapı dolaşıp şiir okuduğu, geceleriyse çantalarındaki bekâr bitleriyle Beyoğlu’na piyasası yüksek manita düşürmeye çıktığı yıllardan bir Rum veya bir Ermeni edebiyatçı arkadaşımızın olmamasıysa, şâyân-ı hayrettir. Oysa, ‘74 öncesine kadar İstiklâl Caddesi’nde çok kişinin Rumca konuştuğuna ben tanığım, Beyoğlu’nun esnâfından eskilerin konuşmalarınaysa 6-7 Eylül öncesinden çok sayıda Rumca kelime yapışıp kalmıştı.
19’uncu yüzyılın sonlarında Beyoğlu nüfusunun sadece yüzde yirmi biri Müslümandı, ancak sayımlarda Osmanlı vatandaşı Rumlar ile Yunanlılar ayrımının kullanılması, Rum nüfusun doğru bir şekilde hesaplanmasına hep engel olmuştur. 20’nci yüzyılın başlarında ise İstanbul’daki Rum nüfusun muhtemelen yarısını Beyoğlu’nda ikamet eden Rumlar oluşturuyordu. Peki, semtin Rumları birbirlerini anlıyorlar mıydı? Aman ha, çağlayken çatlamayın. Çünkü, garibanın diliyle okumuşların dili aynı değildi, seçkinler antik Yunanca’ya yaslanan Katarevusa dilinde okuyup yazarlarken, fakir halk Rumcalaştırılmış Türkçe kelimelerle değişmiş çok farklı bir dili konuşuyordu. Katarevusa yanlısı Rum münevverlerin, her Perşembe akşamı Aleksandros Zoiros Paşa’nın konağında toplanıp, halkın diline küfrettiklerini ise bilmeyen yoktu. Galata’dan, Yannis Griparis, Aleksandra Papadopulos ve Nikos Falireas, ağdalı Katarevusa dilinin sadeleştirilip, halkın konuşma dilinde edebiyat yapılmasını savunmaya kalkıştıklarındaysa, küfürbâz seçkinlerin karşısında hüsrâna uğramışları âleme dümme düdük olmuştur.
Rum nüfusun dil çatışmasının ‘22 yılına kadar şiddetle sürdüğünü söyleyebiliriz, hemen hepsi Katarevusa dilinde yazanların Yunanistan’a yerleşmeleri sonucundaysa, ‘43 yılına kadar Rumlarının edebiyatlarında bir çöküş yaşandığı muhakkaktır. Ama, ‘43 sonrasında Rum okullarında eski hesapların kartlarının yeniden karıldığı görülüyor, Fener Rum Erkek Lisesi ve Zapyon Rum Kız Okulu eski Katarevusa yanlısı muhâfazakârların, Zoğrafyan Rum Erkek Okulu ise fakir halkın dilini savunan solcuların kalesi oluyor. Aralarındaki çatışmayı, sanıldığı gibi 6-7 Eylül sonlandırmıyor, aksine Rumların ileri gelenleri tarafları polisle korkutup sindirmiştir. Ama, 6-7 Eylül, ‘64 yılında Yunan uyruklu 8.600 Rumun sınır dışı edilmesi ve ‘74 derken, Beyoğlu’nda Rum da Rumca da kalmayacaktır. Bu yüzden Apoyevmatini’yi hep takdir etmişimdir. Suriye Pasajı’nda seksenine merdiven dayamış Mihail Vasiliadis’e sorduğumda, gazetenin ‘20’li ve ‘30’lu yıllarda on beş bin kadar sattığını, bir ara okur sayısının seksene düştüğünü, son yıllardaysa en fazla altı yüz kişiye ulaştığını söylemişti. Apoyevmatini’nin dilini bilmememize rağmen, sırf destek olmak için ara sıra Ahmet Zeki Pamuk ve ben alıyorduk. Maalesef günümüze kadar dayanamadı, satıştan kira parası çıkmayınca, Suriye Pasajı’ndaki ofisin kapısına kilit vuruldu.
Sermet Muhtar 20’nci yüzyılın başlarında Beyoğlu’nda Fransızca konuşulduğunu yazmıştı. Ustamıza göre bir vakitlerde Fransızca ekalliyetin semt-i dildarının müşterek diliymiş. Tamam, Karlman’da, Pazar Alman’da, Löbon’da, Tokatlıyan’da veya Skating Palas’ta Fransızca döktüren epeyceymiş, ama onların büyük kısmının maalesef Frer mektebi çıkışlı bizimkiler olduğu anlaşılıyor. Beyoğlu’nun süt damlası cildiri cillav kızlarına “Soyez sûr je m’en fiche!” çeken bu züppelerin Şehzâdebaşı’na inince kırk yıllık fahişelere “İltifât-ı cilvenize çar çeşmile muntazırım elmasım!” diye dil dökmeleriniyse, anlamak mümkün değildir. Argoda böylelerine “Rezzakizâde Tarçın Bey” deniyor da, aynı şekilde fan fin fan fin Fransızca konuşan gayet alafranga, çıtkırıldım, narin ve ufak tefek paşa kerîmelerine ne denirmiş, biliyor musunuz? Hadi, argo lûgatları karıştırmayı size bırakıp, 6-7 Eylül’e kadar Beyoğlu’nun müşterek dilinin Rumca olduğunu söyleyeyim. Bu da Sermet Muhtar ustama benden bir muhalefet şerhi olsun.
Gelelim günün final sorusuna: Gazoz sever misiniz? Biliyorum, gazoz da nereden çıktı diyeceksiniz, maksadım için birazcık sabredin, ama önce sorumu ben yanıtlayayım. Bayılırım, gençliğimin “Çamlıca” ve “Elvan” gazozlarının aromaları damağımdan hiç gitmedi. “Çamlıca” semt-i dildarım Kadıköyü’nün gazozuydu, şimdiki Söğütlüçeşme tren istasyonunun yerinde fabrikası vardı, bildiğim kadarıyla da Ekrem ve Nazif Erkli kardeşler ‘46 yılında ilk üretimlerini gerçekleştirmişlerdi. “Elvan” ise Kadir Has’ındı, ben orta mektep öğrencisiyken ‘69 yılında bakkalara dağıtılmıştı. Oysa, bizden önceki kuşaklar, “Olimpos” diyordu da, başka bir şey demiyordu. Meğerse şehrimizin asıl gazozu oymuş, yıllar sonra bir koleksiyonerde, sadece paslanmış sarı kırmızılı taç kapağını görmüştüm. Neyse, sadede gelelim, kırklı yaşlarındaki Nikoli Bazlamacı, 6-7 Eylül’de büyük zarara uğruyor, ardındansa aileye yönelik tehditler kesilmiyor, o da maalesef ‘57 sonbaharında tası tarağı topluyor ve anılarını Cihangir’deki 42 kapı numaralı Bazlamacı Apartmanı’nda bırakarak Atina’ya kaçıyor. İbrahim Sadri bir şiirinde “Ne Harman sigarası kaldı geriye / Ne Olimpos gazozu / Ne Sadri Alışık” diyor ya, haklıdır, geriye bir Bazlamacı Apartmanı kalmıştır, pehlivan bıyıklı gazozcu Nikoli’yi ve güzeller güzeli karısı İfigeniya’yı bilmeyen yeni kiracılarıyla. Apartman ‘32 yılında dikilmiş, ‘40 yılında İfigeniya oraya gelin gelmiş, ‘41 ve ‘50 yıllarındaysa çiftin çocukları Bazlamacı’da doğmuşlar. Ancak ailenin Cihangir’deki saâdetinin ömrü fazla olmamış, çünkü 6-7 Eylül sadece meyhânecileri ve Rum mutfağını değil, gazozcuları da silip süpürmüş İstanbul’dan...