“Pera Palas, edebiyatımıza, modern yaşam tarzının en önemli mekânlarından biri olarak giriyor. Aklıma da hemen Mehmet Rauf’un ‘Sönen Yıldız’, Safveti Ziya’nın ‘Salon Köşelerinde’ ve Refik Halid’in ‘İstanbul’un Bir Yüzü’ romanları geliyor.”
Reşad Ekrem ustamızdan okumuştum, Beyoğlu Harîk-i Kebiri’nden sonra sigorta şirketlerinin yayınladıkları istatistik cetvellerine nazaran, İstanbul’da her yıl iki bin yüz elli altı kadar binâ yanıp kül oluyormuş. Bu sayı şehirde ahşabı yasaklayan “İlmühaber”, “Ebniye Nizamnâmesi”, “Sokaklara Dair Nizamnâme”, “Ebniye Kanunu” ve “Sokaklara ve Ebniyeye Dair Nizamnâme” gibi düzenlemelerin sonrasına ait olduğundan, önceki yıllarda çıkan yangınların ve yanan binâların sayılarının daha fazla olduğu muhakkaktır. 1870 yılındaki Beyoğlu Harîk-i Kebiri hakkında, Atâ Bey, kendisi Nurullah Ataç’ın pederidir, Ebüzziyâ Tevfik Bey, Sermet Muhtar ve Reşad Ekrem, bize hayli ayrıntılı bilgiler vermişlerdi.
***
11 Rebiülevvel 1287 günlü Takvîm-i Vekâyi gazetesinde, Beyoğlu Harîk-i Kebiri’nin, ayın 5’inde saat 13.00 ile 13.30 arasında Feridiye Sokağı’ndan yayılarak semt-i dildarımızı beş altı koldan yuttuğu ve ancak on yedi saat kadar sonra Kalyoncu Kulluğu’nun alt taraflarında söndürülebildiği yazıyor. Bu Harîk-i Kebir’e, 1873 yılındaki Beyoğlu, 1874 yılındaki Tophâne, 1888 yılındaki Kasımpaşa, 1913 yılındaki Tophâne ve 1915 yılındaki Cihangir felâketlerini de eklersek, Beyoğlu’nun bazı kısımlarının uzun yıllar boyunca harîk mahalleri olarak kaldıklarını söylememiz yanlış olmayacaktır. Onlardan biri de Tepebaşı’nda, 1879 yılında Bâyezîd-i Sani Vakfı’ndan icâre-i muaccele ve icâre-i müeccele usulüyle üç zengin Ermeni’nin tasarrufuna geçen arsaydı, orasının bir kısım hisselerini muhtemelen 1893 yılında Şark Ekspresi yolcularının konaklayabileceği modern bir otel inşâ etmek amacıyla Wagons-Lits şirketi alıp, 1895 yılında Pera Palas’ı hizmete açtı. Ama, yazılanların aksine, Esayan ailesinin yarı mülkiyet hissesini Wagons-Lits şirketine devri otelin hizmete girişinden sonradır, şirketin kendi otel işletme şirketini kurması bile 1894 yılına tarihlendirilmektedir. Otelin işletmesi 1915 yılında çocuk denecek yaşta köşeyi dönen meşhûr fırıldaklardan Prodromos Bodosakis-Athanasiadis’e veriliyor, ancak mübâdeleden hemen önce servetinin büyük kısmıyla Yunanistan’a kaçınca, onun vergi borçları yüzünden Pera Palas’ın tasarrufu dört yüz seksen beş bin lira bedelle ‘23 yılında hazîneye geçiyor, ‘27 yılındaysa otelin sekizde yedi hissesi Emlak ve Eytam Bankası vasıtasıyla Misbah Muhayyeş’e satılıyor. Beyoğlu yazarları, hep ‘41 yılındaki bomba olayından ve ‘42 yılındaki vergilendirmeden sonra Misbah Muhayyeş’in meteliğe kurşun attığını döktürmüşlerse de, onların şehrin gayr-i müslim nüfusunun yüzde otuz beşe kadar düşmesini hiç hesaba katmamalarını yadırgadığımı itiraf etmeliyim. ‘41 yılında İstanbul çeyrek asır öncesine nazaran daha fazla Müslüman nüfusa sâhip bir şehirdi. Ancak, Beyoğlu nüfusunun Müslümanlaşmasını Charles King’in “Pera Palas’ta Gece Yarısı” isimli kitabında yazdığı gibi büsbütün köylüleşme olarak îzâh edemem, meseleye biraz da hâkim unsurun örf ve âdetlerinin nüfûzundan bakılması gerektiği kanısındayım. Her neyse, Muhayyeş ilginç bir adamdır, onca parasına rağmen on bir yıllık kedisi Bon’u kurtaramıyor, üzüntüsünden Pera Palas’ın 38-39 numaralı odasına kapanıyor ve viskiyle avunmaya çalışıyor, maalesef 13 Ekim 1954 günü saat 04.15 gibi otel çalışanlarından Muzaffer onun ölüsünü buluyor. Akıllara ilk intihar gelmişse de, kalp krizinden dünya değiştirdiği sonradan doktor raporuyla kesinleşmiştir.
Pera Palas, edebiyatımıza, modern yaşam tarzının en önemli mekânlarından biri olarak giriyor, aklıma da hemen Mehmet Rauf’un “Sönen Yıldız”, Safveti Ziya’nın “Salon Köşelerinde” ve Refik Halid’in “İstanbul’un Bir Yüzü” romanları geliyor. Bir de, “Büyük Türk Dedektifi Aman Vermez Ali’nin Müthiş Maceraları” dizisinin sekizinci kitabı olan “Pera Palas Cinayeti” var, kapağında yazarının ismi yoksa da Ebu’s Süreyya Sami Bey’dir, yaşamı hakkında pek bilgimiz yok, ancak 19 Kasım 1932 günlü Akşam gazetesinde onun için “emektar muharrir” ifâdesi kullanıldığını biliyoruz, muhtemelen ‘30’lu yıllarda Amasya’daydı. Agatha Christie’nin Pera Palas’ta kaldığına ilişkin yazılanlar baştan sona palavradır, çünkü otobiyografisinde Pera Palas’ı değil de Tokatlıyan Oteli’ni söylüyor; şu 411 numaralı oda desisesi için de mutlaka Jared Cade’in “Agatha Christie’nin On Bir Kayıp Günü” isimli müthiş eserine bakın. Benim ara sıra otelin kubbeli salonuna takılmam ise İlham Gencer’in orada müzik yapmaya başlamasından sonradır, bir defasında da Petros Markaris, Adnan Özer ve Metin Celal ile akşam yemeğinde buluşup, bütün gece Fenerbahçe’ye muhabbet-i ebedîlerimizi döktürmüştük. Sakın ha, Petros Markaris deyip geçmeyin, en büyük Yunanlı romancılardan biridir, bu doğru, ama çoğumuzdan daha iyi Türkçe konuşması ve Fenerbahçe taraftarlığında Selçuk Altun ile yarışması gibi fazlalıkları da var. Onun Pera Palas’ta yapılan bir “Kara Hafta” etkinliğinde, Almanya’da yaşayan Su Turhan ismindeki İstanbul doğumlu bir polisiye yazarının tek kelime dahi olsun Türkçe konuşamamasına öfkelenip, salonu terk etmesiniyse unutamıyorum.
***
Tokatlıyan Oteli’ne gelirsek, tesisin önce 1894 yılında pastahâne, restoran ve birahâne olarak açılacığı ilân edilmişse de, lokanta kısmının 1895 yılına kaldığı muhakkaktır. Belgelerde otel kelimesi hiç geçmemesine rağmen, üst katta odaların ve bir kat banyosunun bulunması, Çelik Gülersoy’un da “Beyoğlu’nun Yitip Gitmiş 3 Oteli” isimli eserinde yazdığı gibi, kayda değer görülmeyen bir otelin mevcûdiyetine delâlet ediyordu. Ama, Sermet Muhtar, otel motel yok deyip, kestirip atmıştır. Tesis önce “La Maison Doreé”, ardından da “Splendide” olarak tanınmış, asıl otelse 1909 yılında açılmış olmalıdır, oranın lokanta ve kafe kısmının ise Meşrûtiyet’ten sonraki en önemli edebiyat mahfillerimizden birine dönüştüğünüyse Yakup Kadri’nin anılarından öğreniyoruz. Abdülhak Hâmid, Cenab Şahabeddin, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Ali Ekrem, Süleyman Nesib ve Prinçizâde Feyzi Bey gibi mühim isimler her hafta orada toplanıp, sanırım Birinci Dünya Savaşı çıkana kadar, derin edebiyat sohbetleri yapmışlar. ‘20 yılında tesis Mıgırdıç Tokatlıyan’dan damadı Medoviç’e geçiyor, bu Sırp asıllı damat aslında otelde kapıcıymış, Mıgırdıç Efendi’nin evlatlık kızı Mersedes’i baştan çıkarıyor, sonra da ikisi birlikte yaşlı adamı Nice şehrine postalayarak onun servetine çöküyorlar. Ama bir yığın sorun da kucaklarında kalmış, örneğin 7 Kasım 1929 günlü Vakit gazetesinde Mıgırdıç’ın soyisminin tapu kayıtlarında Tokatlıyan değil de Tokatyan olarak göründüğünün haberi var. Aynı yıl orada bir intihar olayı da yaşanmış, 13 Kasım 1929 günlü Akşam gazetesinde, otelin Alman müşterilerinden M. Ziks Aron’un ve zevcesinin zehir içmek suretiyle kendilerini Hakk’ın avucuna koydukları yazıyor.
***
Beyaz Ruslar döneminde, Tokatlıyan Oteli, servetlerinden bir miktarını kaçırabilenlerin kaldıkları, beş parasız gelenlerinse çalıştıkları bir mekândır, ancak otelin en meşhûr Rus’u bir Kızıl olmuştur: Troçki! Biliyorsunuz, Büyükada’ya geçirilmeden önce bir süre Tokatlıyan’da misâfirdi. İstanbul’un gelmiş geçmiş en soğuk kışlarından birine teslim olduğu ‘29 yılında sürgüne gelen Troçki’nin ve Natalya’nın konsolosluktaki misâfirlikleri bazı tatsız olaylara yol açınca, onlara hangi şartlarda otelin 67, 68 ve 70 numaralı odalarının tutulduğunu ve 8 Mart gecesi de Tokatlıyan’a nasıl arka kapıdan sokulduklarını Ömer Sami Coşar’ın “Troçki İstanbul’da” kitabından okuyabilirsiniz. Bu otelin edebiyatımıza pek de iyi sayılmayacak şekilde girişiyse, kafamı hep karıştırmıştır. Maalesef, Nizmettin Nazif’in “Kolkola”, R. Danişmen’in “Kürk Manto Kurbanları” ve Münevver Ayaşlı’nın “Pertev Bey’in Üç Kızı” romanlarında, Tokatlıyan Oteli, meş’ûm demeyeyim ama bir günah yuvasından farksız gibidir.
***
Bolşeviklerden kaçarak şehrimize gelen Beyaz Rusların akıbetlerini hep merâk etmişimdir, bir ara rahmetli Jak Deleon onların peşinden çok koşturmuştu, ancak onun bulup konuşabildikleri genellikle hâli vakti yerinde olanlar gibiydi, bir de pek yazılmayan hakiki sefiller vardı, onlardan Liana Suşkova’yı ise yıllar önce Atilla Dorsay ustamız “Benim Beyoğlum” kitabından okumuştum, maalesef bir türlü unutamadım. Sanırım ‘19 yılında İstanbul’a gelmişti Lena, gençliği başında dumandır, anımsamak istemediği bir sürü işe girip çıkmış, dilimiziyse yakası açılmadık küfürlerden öğrenmiş. Ardından amcalarından birinin arkadaşıyla evlenmiş, bir kızı olmuş, ancak kısa bir süre sonra kocası kör olup çalışamamaya başlayınca hızla sefâlete yuvarlanmışlar. O sırada ortaya Fransız bir din adamıyla Jean Cesar Reboul çıkmış, fakirleşmiş Beyaz Rus ailelere bir yardım önerisinde bulunarak onların bakamadıkları çocuklarını Fransa’ya götürüp orada okutacakları sözünü vermişler. Beyaz Ruslardan ve ekalliyetten böyle üç yüz altmış iki çocuk toplamışlar, Liana küçük kızını, bir aile de beş çocuğunu onlara vermiş. Ama, İstanbul’dan götürülen üç yüz altmış iki çocuğun Fransa’da kapatıldıkları binâ bir yılbaşı gecesinde içindeki çocuklarla birlikte yanıp kül olmuş. Liana, kızlarının öldüğünü kocasına bir türlü söyleyememiş, adam da o acıyı yaşamadan rahmet-i rahmâna kavuşmuş. Ondan sonra da çevresinde ne kadar Beyaz Rus varsa, hepsi bir bir taşlı köye taşınmaya başlamışlar. Liana bütün bunları Balo Sokağı’ndaki 41 numaradaki kira evinde yaşamış ve orada yaşlanmış, ‘85 yılında Atilla Dorsay’a rastladığındaysa seksen altısında olduğunu söylemiş. Size sorum şu: Liana Suşkova’nın dramı, “Pastacı Kız” isimli romanında, İstanbul’a sığınmacı olarak gelen Rus kadınlarının hiçbirinin sefâleti yaşamadığı veya ahlâksızlıklarıyla yollarını buldukları mesajını veren Mustafa Remzi’yi ters köşeye yatırmıyor mu?
***
Rusya’da iktidarın Bolşevikler tarafından gasp edilmesinden sonraki tahliyede İstanbul’a yüz yirmi altı gemi ile 145.693 Rus gelmiş, ancak ‘21 yılından itibaren bunların çok büyük bölümü çeşitli nedenlerle başka ülkelere gitmişlerdir. Tarihçilerin saydığı nedenler arasına İstanbul’da sahte kimliklerle cirit atan Bolşevik katillerden duyulan korkunun alınmamasıysa ilginçtir, oysa Bolşeviklerin ikna yöntemleriyle on binden fazla Beyaz Rusun geri döndüğü açıklık kazanmıştır. Onların akıbetlerini bilmiyorum dersem bile tahminlerimin pek hayra alâmet olmadığını da aklınızın bir köşesine not alın. Asıl soylu takımı gidince, İstanbul’da daha çok onların sahteleri, parasızlar, fahişeler, çâresizler, kimlik ve din değiştirenler kalmıştır. Onlardan çok önemli isimler çıkmadı değil, ‘51 yılında Bekâr Sokak’taki Vitalis Apartmanı’nın 5 numaralı dairesinin penceresinden düşerek ölen ressam Naci Kalmukoğlu aslında Nikolay Kalmikoff’du, ressam İbrahim Safi ise Rahman Safiev’di. Peki, ‘44 yılında vefât eden “Meşrûtiyet Caddesi, No. 241” adresindeki fotoğraf sanatçısı Veli Demir Sender’in asıl isminin Vladimir Zinder olduğunu biliyor muydunuz? Bir başka yazımda da heykeltraş İraida Barry’den bahsettiğimi anımsıyorum.
***
Yeri gelmişken bir Beyaz Rus esrârını sündüreyim: ‘30 ile ‘34 arasında Paris’te Beyaz Rusların çıkardığı bir edebiyat dergisi var, rivâyete göre oraya Galata’dan biri dilimize “Kokainli Roman” diye çevireceğimiz bir şaheseri M. Agayev veya Mihail Agayev müsteârıyla gönderiyor. Roman dergide yayınlanır yayınlanmaz herkesin içinde bir merâk kıpraşıyor ki, sormayın. Bu arada, Paris’teki Beyaz Rus edebiyatçılarının mahfilinden uçuk kaçık yazar Lidya Çervinskaya’nın, İstanbul’a gelip posta adresinden M. Agayev’i bulduğu iddia edilmiştir. Posta adresi denilense, bir apartman dairesi filan değildir, Kuledibi’ndeki bir hastahânedir. Kim bilir, belki de orası Emraz-ı Zührevî Hastahânesiydi, yazarın orada olmasının nedeniyse ellerinin titremesi ve sürekli halüsinasyonlar görmesiymiş. Mihail Agayev olarak edebiyat tarihine giren Beyaz Rus romancının asıl ismi de Lidya Çervinskaya sayesinde Mark Abramoviç Levi olarak kayıtlara geçiyor. Bunlar ne kadar doğrudur, bilinmiyor. Ancak, romanı Fransızca’ya çeviren Rus asıllı Lydia Chweitzer’in edindiği bilgiye göreyse, 12 Şubat 1936 günü Mark Abramoviç Levi isimli bir hasta Galata’da tedavi görürken hayatını kaybetmiş ve na’şı da kimsesizler mezarlığına defnedilmiş. Ben Lidya Çervinskaya’ya inanmak isteyenlerdenim, çünkü o da ‘19 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a gelen Beyaz Rulardandır, on dokuz yaşındaykense ailesini İstanbul’da bırakıp Paris’e gitmiştir; M. Agayev’in asıl kimliğini de her yıl ailesini İstanbul’da ziyâret eden Lidya’nın çıkarmış olması kuvvetle muhtemeldir. Artık bundan sonraki meselem, kokain bağımlısı Mark Abramoviç Levi’nin Beyoğlu’ndaki yaşamıdır: Şimdilik bu kadar, ellerimizle şap şap, ayaklarımızla rap rap, bir şöyle bir böyle, Mihail Agayev’i birlikte aramaya devâm edelim sizinle...