4 Nisan 1915 günü polisteki bütün izinler kaldırılmış, bazı Ermenilerin oturdukları sokakların giriş çıkışları hafiyelere kestirilmişti. Tevkifâtın ise akşam saatlerinde başladığı kesindir. Arşavir Şıracıyan, tevkifâttan önce polislerin ellerinde fenerlerle sokak sokak dolaşıp, kendilerine isimleri söylenen Ermenilerin oturdukları binâları işâretlediğini anımsıyordu. Bugün polisin elindeki listede altı yüz on kadar ismin bulunduğu tahmin ediliyor ama hazırlıklara karşın onlardan niçin sadece yüz doksan yedisinin tevkif edildiğiniyse kimse bir türlü açıklayamıyor.
Şâir Taniel Varujan ekalliyetin semt-i dildarı Pera’ya hayli yakın mesafedeki Nalbant Sokağı’nda 14 numarada oturuyordu, Rupen Sevag ise aynı sokaktaki 16 numaradaydı. Nalbant Sokağı o yıllarda Surp Agop Mezarlığı’nın karşı sırasındaydı. Rupen’in dairesinde, Dikran Çögüryan, Keğam Parseğyan, Arisdakes İsraelyan, Teotig ve Taniel Varujan sık sık buluşup edebiyat sohbetleri yapıyordu. Rupen o sırada Makriköy’de ihtiyât zâbiti olduğundan, 24 Nisan gecesinde Nalbant Sokağı’nın edebî mahfilinden bir ona uğramamışlardı. Taniel’in kapısınıysa üç polis çalmış, evinde yapılan aramadan sonra onu önce karakola, ardındansa otobüsle Hapishâne-i Umûmî’ye götürmüşlerdi. Polisin o gece ilk olarak Sakızağacı Sokağı’ndaki 51 numarada bulunan Taşnaksutyun’un merkezini ve bu partinin yayın organı olarak görülen Azadamart gazetesinin matbaasını bastığı duyulduğundan, başta tevkifâtın Taşnaksutyun üyelerine yönelik olduğu düşünülür ama, sadece Taniel Varujan’ın değil, Hapishâne-i Umûmî’ye getirilenlerin pek çoğunun muzır faaliyetlerle hiç işlerinin olmaması birkaç saat içinde 24 Nisan tevkifâtını kafalarda iyiden iyiye tuhaflaştırır. İşin doğrusunu onlara İstanbul Polis Umum Müdürü Bedri Bey’in, “Siz Ermeniler, kabahatsiz olanlarınızı kabahatli olanlarınızdan ayıracağımızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz, hepinizi biz aynı suda yıkayacağız!” şeklinde açıkladığına ilişkin bir rivâyet varsa da, bunun sıhhatinin teyidini yapmamız artık mümkün değildir.
Hapishâne-i Umûmî’nin kapısında onları İbrahim Hayri Bey karşılayıp, İstanbul Polis Umum Müdürlüğü 2’nci Kısım Müdürü Mustafa Reşad Bey’in yanına götürüyordu. Getirilenleri elindeki iki listeden arayan Mustafa Reşad Bey de, ismi çıkanları koğuşlarına gönderiyordu. Mustafa Reşad Bey’in elinde niçin iki ayrı liste bulunduğu daha sonra anlaşılmıştır. Birinde fazlasıyla muzır görüldükleri için Ayaş’a gönderilecekler, diğerindeyse daha az muzır sayıldıkları için Kengırı’ya gönderilecekler bulunuyormuş. Tevkif edilenler, ertesi gün Sarayburnu’ndaki küçük iskeleden, kimine göre Şirket-i Hayriye’nin 42 baca numaralı yandan çarklı Resanet’ine, kimine göreyse Şirket-i Hayriye’nin 67 baca numaralı çift uskurlu Kalender’ine bindirilerek Haydarpaşa’da kendilerini bekleyen üç vagonlu bir trene geçirilmiştir. Taniyel Varujan ile aynı trende, Rupen Sevag’ın dairesinde buluştuğu edebiyatçı arkadaşlarından, Dikran Çögüryan, Keğam Parseğyan ve Arisdakes İsraelyan da vardır. Kafile Ankara’ya ulaşınca, Dikran Çögüryan ve Keğam Parseğyan Ayaş’a, Arisdakes İsraelyan ve Taniel Varujan ise Kengırı’ya sevk olunmuştur.
Taniyel Varujan’ın kapı komşusu ve şâir arkadaşı Rupen Sevag da, ihtiyât zâbiti olması nedeniyle, onlardan epey sonra Nalbant Sokağı’ndan alınıp, Kengırı’ya gönderilir. Rupen’in Kengırı’ya 29 Haziran 1915 günü ulaştığını kayıtlarda görebilirsiniz. Onun Kengırı’daki günleri için de Mikayel Şamdanciyan’ın anıları iyi bir kaynaktır. 19 Ağustos 1915 günü Dâhiliyye Nezâreti, Kengırı’daki Ermeniler hakkında ayrıntılı bilgi isteyince, Kastamonu Vâliliği, 31 Ağustos 1915 günü, Kengırı Mutasarrıflığı tarafından 24 Ağustos 1915 günü hazırlanan ve talep edilen bilgileri içeren bir defter gönderir. Bu belgede, şâir Rupen Sevag’ın, demirci Vahan Kehyayan’ın, fırıncı Artin Boğosyan’ın, şâir Taniyel Varujan’ın ve mücellit Onnik Mağazacıyan’ın 22 Temmuz 1331 tarihli ve 29 sayılı dâhiliyye nezâret-i celilesinin yüksek emirleri gereği aff-ı umumî meyanında Ankara yoluyla Ayaş’a gönderilecekleri belirtilmiştir. İsimleri geçenlerin 26 Ağustos 1915 gününün sabahında iki arabayla yola çıkarıldığı doğrudur. Ancak, o günün gecesinde, Tüney’den Kengırı’ya gelen bir telefon haberiyle beşinin de yolda öldürüldüğü öğrenilir. Rupen’in yakın ahbabı olan Mutasarrıf Vekili İzzet Bey çılgına döner, Binbaşı Nureddîn’i de huzuruna çağırıp ona ağır ithâmlarda bulunur. Resmî belgelerde onların katledildikleri mevki için nedense iki farklı kayıt açılmıştır. Birincisi, Kengırı’nın Kalecik’e yakın olan hududu dahilindeki Kayalı Dere mevkiidir, ikincisindeyse Tüney karyesine yakın olan Sapalı Dere mevkiidir.
Katliamın duyulması üzerine, Mutasarrıf Vekili ve aynı zamanda Kastamonu Vilâyeti Askerî İnzibat Kumandanı olan İzzet Bey, hiç vakit kaybetmez, yanına müstantiki ve birkaç jandarma neferini alıp, atla cinayet mahalli olan Tüney’e doğru yola çıkar. Orada zavallıların cesetlerini bir dere içine atılmış olarak bulursa da, maalesef hüviyet tesbiti yapmak mümkün olmaz. Maktûllerden geriye ne kaldıysa neferlere gömdürtüp, katillerin peşine düşer. Birkaç saat içindeyse katliamı Kâtib-i Mesûl Cemâl Oğuz’un azmettirmesiyle eşkıya Kürt Halo’nun yaptığı anlaşılır. Ardından da, Rupen Sevag’ın, eşkıyaya hayatlarını bağışlamaları için yalvarsa da, onu dinleyenin olmadığı, hepsinin Tüney Han’ın az ilerisindeki derenin kenarında kıtır kıtır doğrandıkları öğrenilmiştir. İçlerinden sadece Taniyel Varujan eşkıyaya karşı koyabilmiş, bu nedenle de cânîler en fazla zararı ona vermişlerdir. Varujan’ın üstündeki altı deftere ne oldu, kimse bilmiyor.
24 Nisan 1915 gecesi Varujan’ın evinde yapılan aramada, polis onun “Hatsin Yerkı” şiirlerinin yazılı olduğu defteri almışsa da, öldürülmesinin ardından o defter İstanbul Polis Umum Müdürlüğü’nce zevcesi Araksi Çubukkâryan’a iade edilmiştir. Yıllar sonra Beyrut’ta basılan “Hatsin Yerkı”, bizde de “Ekmeğin Şarkısı” ismiyle yayınlanmıştır. Kengırı’dan kurtulanlar, Varujan’ın oradaki ikameti sırasında “Kiniin Yerkı” ismiyle “Hatsin Yerki” şiirlerinin devâmını yazdığını söylemişlerdir. Muhtemelen de o altı defterde müteveffânın “Kiniin Yerkı” şiirleri vardı.
Şimdi Nalbant Sokağı’ndan çıkıp kırk yıl kadar sonraya geçelim, yanılmıyorsunuz, niyetim sizi az ileriden Nişantaşı’na götürmek. Biliyorum, oraları Midhat Cemal için geçenlerde dolaştığımızı söyleyeceksiniz, haklısınız, ancak yazımızda nedense Mustafa Ragıb Esatlı’ya uğramayı unutmuştuk. Hadi, ‘53 olsun, yani Mustafa Ragıb’ın hastalanıp yatağa düştüğü yıl. Bâb-ı Âli’nin son “vesika ambarı” dudaklarından hiç düşürmediği sigarasıyla artık Akşam gazetesinin koridorlarında görünmez olduğundan, analarının koyduğu isimlerle duran gazetecilerin yedi yirmi dört sevinçten halay çektikleri âleme dümme düdük olmuştur. Şevket Rado onun eski harfleri bilmeyen gençlerin ilmine hiç itimad etmediğini söylemişti, vaktiyle rahmetli büyüğüm Firuzan Hüsrev Tökin’den ise korkunç hâfızası yüzünden ondan nasıl çekinildiğini dinlemiştim. Mustafa Ragıb’ın İttihatçılığa ilişkin bilmediği şey yokmuş, bir de sorarsanız size Nişantaşı’nın inkişâfını günü gününe anlatırmış. Üstadımız halasına getirildiğinde pek küçükmüş, bir daha da Nişantaşı’ndan çıkmamış. Bu yüzden de Nişantaşı’nda ikamet eden herkesi şecere-i hayatlarıyla ve sicilleriyle tanırmış. Onun Son Posta gazetesinde “Bir Devrin Tarihini Konaklardan Dinleyelim” ismiyle tefrika edilen eserindeki konakların hepsi Nişantaşı’ndadır. Kaynaklarda bu tefrikanın başlangıcı için 25 Nisan 1944 günü veriliyorsa da, doğru değildir, tefrikaya 27 Nisan 1944 günü başlanmıştır, gazetenin 25 Nisan günlü nüshasındaysa Mustafa Ragıb’ın sadece “Bir Devrin Tarihini Konaklardan Dinleyelim” tefrikasının mahiyetine ilişkin bir makalesi vardır.
Nişantaşı, kuruluşundan itibaren toplumsal tarihimizin pek çok olayıyla bir şekilde ilişkili bir semt olmasına karşın, edebiyatımıza niçin yeterince girememiştir, inanın bunu düşünmeye kalksanız sizde de kayış kopar. ‘70’li yılların başından itibaren saymaya başladığımda, Süha Tuğtepe’den “Nişantaşı... Nişantaşı”, İbrahim Yıldırım’dan “Nişantaşı Suare”, Orhan Pamuk’tan “Cevdet Bey ve Oğulları” ile “Masumiyet Müzesi”, Hıfzı Topuz’dan “Bir Zamanlar Nişantaşı’nda” ve Ayfer Tunç’tan “Osman” ilk aklıma gelenler oluyor, peki ya ‘70 öncesinin edebiyatında Nişantaşı’nın okkalı bir ağırlığı var mıydı? Siz bu sorunun yanıtı için saksıyı çalıştırırken, ben Ralli’nin ve Belveder’in kapılarını Suzan Sözen için açmak istiyorum. Bu kadının romancılığını Kerime Nadir’den epeyce üstün bulurum, kanımca değeri ve önemi Peride Celal’e biraz daha yakındır. Romanlarındaki erotik ayrıntılarda ise emsâlsizdir, döneminin bütün muharrirlerine çalımı basıp, topu doksana çakıverecek şeyler yazmıştır. Ama, ‘60’ın ikinci yarısından sonra Suzan Sözen ismi edebiyatımızdan kazınmıştır, nedeniyse Adnan Menderes’in metresi olmasıdır. Size kadının mobilyası edebiyatı igilendirmez demek isterdim de, maalesef bizde öyle olmuyor. Her neyse, ben Adnan Menderes’in kaçak et kestiği kanısında değilim, çünkü Suzan Sözen’in tuvalet müstahdemliğini kocası Ferit Avni Sözen’in yaptığı çıtçıdıya koyup âleme dağıtılmıştır. Bunun zarafet timsâli Berrin Hanım’ın da kulağına gittiğinden eminim.
Çapkınlığıyla meşhûr Başvekilimiz şehr-i İstanbul’a geldiğinde, Nişantaşı’ndaki ve Teşvikiye’deki apartmanların pencerelerindeki perdelerin oynadığını yıllar önce o günleri yaşayan zevât-ı muhteremeden dinlemiştim. Ferit Avni apartmandan çıktığındaysa, pencereler açılır ve perdelerin arkasındaki zingirdek merâklılar bir bir ortaya çıkarmış. Nedeniyse, herkesin boynuzlu polis şefimizin peşinden mutlaka Adnan Menderes’in siyah Cadillac’ının görüneceğini bilmesindenmiş. Ancak, Ralli’de başlayıp Belveder’de devâm eden ilik düğme işleri 27 Mayıs darbesiyle son bulunca, Suzan Sözen’in sülâlesini şereflendirmeler de başlamıştır. Birisi bana Ralli Apartmanı’nın çok eski bir mezarlığın üstüne inşâ edildiğini, bu yüzden de o apartmandan gelip geçen kim varsa, hepsinin de büyük felâketler yaşadığını söylemişti. Belki Adnan Menderes’in kıytırık ithâmlarla idamını ve Suzan Sözen’in edebiyatın dışına atılmasını 59 kapı numaralı Ralli felâketlerinin arasına yazanlar da vardır. Bir ara Fahrünnisa Zeyd’in de oranın dördüncü katında oturduğunu bildiğimden, Ralli Apartmanı’nın uğursuz olabileceğini hiç düşünmedim dersem, inanın yalan olur.
Efendim, merhumenin Zeyd bin Hüseyin ile evlendikten sonraki ismini Fahrelnissa şeklinde okuyanlara rastlıyorum. Böyle okuma hatalıdır, çünkü onun ismindeki “n” harfi hurûf-i şemsiyedendir, kendisinden önce gelen “l” harfi okunmaz, bu yüzden de Fahrelnissa denmez, Fahrünnisa denir. Neyze, biz yeniden Ralli Apartmanı’nından geçenlerin felâketli yaşamlarına dönelim. Biliyorsunuz, Fahrünnisa Hanım, Şakir Paşa’nın kızı ve Cevat Şakir’in kardeşidir. Sonradan Halikarnas Balıkçısı ismiyle edebiyatımıza giren ağabeyi pederini öldürüyor, kendisi de şâir ve yazar İzzet Melih ile evleniyor; ondan ilk Faruk’u doğuruyor, ancak iki buçuk yaşındaki oğlu, zevcinin Seniha Hanım’dan olma kızı Remide’den kızıl hastalığı kapıp ölüyor. ‘83 yılında kaybettiğimiz Remide Teyze’yi ben tanıdığımda Şiar Yalçın ile evliydi, zevcinin pederiyse İzmir Suikastı nedeniyle ‘26 yılında idam edilen Maliye Nâzırı Câvid Bey’dir. Fahrünnisa Hanım Ralli’de otururken, Şiar Amca’nın ara sıra onu ziyârete gittiğini de biliyoruz.
Roni Margulies’in sabık maliye nâzırımızın son mektubuna dair şiirini ne zaman okusam, aklıma hep Şiar Yalçın’ın pederini anlattığı ‘67 veya ‘68 yılının bir Erzincan gecesindeki ıslak gözleri geliyor. Maalesef, tarih silindir gibi herkesin üstünden geçip, isimleri bir bir kayıtlardan siliyor. Ama, onların eninde sonunda karşımıza yerdeki gölgelerimiz olup çıkmaları mukadderâttandır, nereye gidersek gidelim, inanın hep ayağımıza takılıp kalıyor o yerdeki gölgelerimiz...