Tatile çıkacaksanız yanınıza Thomas Schlesser’in Timaş’tan çıkan ‘Mona’nın Gözleri’ni de alın. Işıtan Tual Şekercigil’in müthiş bir çeviriye imza attığı romanın ‘İnci Küpeli Kız’dan bir ayrıntı basılan kapağı da harika. Romanın kahramanı Mona kör olma tehlikesi ile karşı karşıya. Dedesi Hennry ise onu psikiyatristler yerine 52 hafta boyunca üç büyük müzeye götürüyor. Roman boyunca Mona ile 52 tablonun farklı bir okumasını yaparken, tablolardaki renklerden ‘zihinsel bir arşiv’ yapacaksınız.
Yaz en sevdiğim mevsimdir... Çocukluğumdan beri yazlarım ile ilgili ne varsa, onları hep çoğaltmışımdır, ‘yaz romanları’, ‘yaz filmleri’ ve ‘yaz şarkıları’ gibi. Her yaz mevsiminde uzun kış aylarına nazaran daha farklı bir okuma yaptığımı da anımsıyorum, ‘Ayşegül Tatilde’ (Sümer Yayınevi), ‘İki Sene Mektep Tatili’ (İyi Gün Yayınları) ve ‘En Tatlı Yaz’ (Bilgi Yayınevi) gibi. Geçen hafta Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘Mona’nın Gözleri’ni de ‘yaz romanları’ kategorisine alacağım, bana iki harika ‘yaz gecesi’ yaşattı. Bu yaz tatile çıkacak zümredenseniz, yanınıza mutlaka Thomas Schlesser’in ‘Mona’nın Gözleri’ni de alın, her şeyden önce Işıtan Tual Şekercigil’in çevirisi müthiş.
Bir metni tamamen yerlileştiren çevirileri de, metni anlamda bozan kelimesi kelimesine çevirileri de sevmiyorum, örneğin Can Yücel’in ‘Snoopy’ çevirileri beni hep rahatsız etmiştir... Işıtan Tual’ın çevirisiyse tıpkı Aziz Üstel’in çevirileri gibi okurunu alıp bir başka ‘yaz mevsimi’ne uçuruyor. ‘Mona’nın Gözleri’ için Işıtan Tual’i de Timaş Yayınları’nı da kutlarım. Romanın kapağı da harika bir tasarım. Çocukluğumda mor mürekkepli iade ‘Teksas’ ve ‘Tommiks’ aldığım çok olmuştur, onlar Kadıköyü’ndeki Efes ve Feza sinemalarının yanındaki merdivenlerde satılıyordu, Timaş Yayınları bize Thomas Schlesser’in romanını da ‘benzer şekilde’ takdim ediyor. Belki mor mürekkep yok ama dört yüz sayfalık kâğıt sırtına Vermeer’in ‘İnci Küpeli Kız’ından bir ayrıntı basılmış.
Romanın asıl kahramanı on yaşındaki Mona mı yoksa onun dedesi Henry mi, tartışılabilir. Ben ‘asıl kahraman’ için size Henry ismini vereceğim, çünkü sizlerden biri de tıpkı Thomas Schlesser gibi Mona diyebilir. Evet, her şey Mona’nın bir gün, durup dururken, altmış üç dakika boyunca kör olmasıyla başlıyor. Doktorlar ilk başta ‘geçici ismik atak’ teşhisi koyarlarsa da, zamanla bunun sıhhatinde tereddütler doğar. Mesele, küçük Mona’nın bir daha körlük yaşayıp yaşamayacağında beliriyor, doktorlar aileye bir şey söyleyemiyor.
Kızın elli yedi yaşındaki batık babası Paul ve kırkına yaklaşmış hafif uçuk kaçık annesi Camille ise ayrı derttir. Onlara kızlarını psikiyatriste götürmeleri öneriliyor, ancak dede Henry farklı bir tedavinin peşindedir. Torunu eğer bir gün sonsuza kadar kör kalacaksa, onun zihninin derinliklerinde görsel ihtişamı ortaya çıkarabileceği bir hazinesi olması gerektiği kanısındadır... Bu yüzden de Mona’yı her çarşamba günü psikiyatriste teslim etmek yerine, onu üç büyük müzeye götürmeye karar veriyor. Biz Mona ile birlikte 52 büyük tablonun farklı bir okumasını yaparken, tablolardaki renklerden ‘zihinsel bir arşiv’ yapıyoruz. Ancak, bu emsalsiz renkleri karıştırdığımızda, ortaya siyah çıkacaktır, körlüğün eşanlamı, nihayetinde siyah da söylenenin aksine bir renge dönüşüyor. Mona şâyet günün birinde ölene kadar kör kalırsa, Leonarda da Vinci’nin, Rembrandt’ın, Vermeer’in, Goya’nın Degas’nın, Duchamp’ın ya da Picasso’nun çılgın renkleri zihninin arşivinde olduğundan, bir daha hiç ışık ve renk sıkıntısı çekmeyecek, çirkin dünyada sadece en güzelleri ‘görebilecektir’: Ben Henry demiştim ama vaktiyle alzheimer hastalığına yakalandığında ötenaziyi tercih eden ninesi Colette de var. Biriniz Mona’nın gözlerine Colette’i yerleştirirse de, bir itirazım olmayacaktır.
DERGİLERİ ATLAMAYIN...
‘Mayıs ayının dergilerinden Ayarsız’da Göktürk Ömer Çakır’ın ‘Astana Notları’ beni çok eğlendirdi, kardeşimiz Astana’ya ‘Turan! Turan!’ diye gitti de, dönüşünde onu ‘Yaşasın batıya yürüyen Oğuz atalarımız!’ sloganını atarken bulduk. Oğuzhan Murat Öztürk’ün ‘Borazan Tevfik’ yazısı arşivlik. Nilgün Özebeoğlu’nun ‘Şevki Bolbol, Doğu Cılıbıtları ve Mukadderat’ hikâyesi şeker şurubu lezzetinde, Said Coşar’ın ‘Mebusluk Yolu Gözleyen Muharrirler’ yazısını da çok sevdim. Sultan Kaya’nın ‘Beyaz’ hikâyesi hoş, ben bir de yazarımızın kurtlar desenini çok şeker buldum. Derginin yayın yönetmeni Ragıp Bey’den o deseni isteyip saklamak niyetindeyim. Bu sayının en büyük eksiği, bir Ebru Özden şiirinin olmaması, oysa bende alışkanlığa dönüştü.
Benim ‘Elveda Meyhâneci, artık kalamıyorum, bir başkasıyım bu akşam sarhoş olamıyorum’ yazımdaki Adnan Özer’li bir anekdotu ilk defa okuyacaksınız, edebiyat tarihimizin merâklılarına duyurulur. Sözcükler dergisinin 109’uncu sayısını okumaya ise Cevat Çapan’ın ve Enis Batur’un şiirlerinden başlamak isterdim, ama genç hikâyecilerimizden Sena Keskin’in vefât haberi beni sarstı, yıllardır kanser illetiyle boğuştuğunu Turgay söylemişti, maalesef başaramamış. Kendisine Allah’tan rahmet, sevenlerine de sabırlar diliyorum. Biraz kendime gelir gibi olduğumda, Cevat Çapan’dan ve Enis Batur’dan sonra Hakan Savlı’nın ‘O Olağanüstü Güzel Yaz Gelecek’ şiirini okudum. Müthiş bir ‘yaz şiiri’, defterime not aldım. Ardından Eray Canberk’in ‘Okuma Günlüğü, Günlük Okumalar’ına takıldım, İskender Pala’dan alıntılanan ‘yarı aydın mazi özürlüler’ ifâdesi üzerine de epeyce düşündüm. Sahi, edebiyatımızda kaç ‘hakiki münevver’ var, sayıları yediyi sekizi bulmasa bile, acaba onlardan kaçı Cumhuriyet öncesindeki edebiyatımıza ve İstanbul kültürüne vakıf, emîn değilim. Elbette adamım Fatin Hazinedar, onun denemelerinden ‘Yakup Cemil’in Sigara Dumanı’ faslına bayıldım, aklıma Hatay Restoran’daki bir gece geldi, askerden yeni döndüğüme göre ‘84 sonbaharı veya ‘85 kışı olmalıdır. İçeri girdiğimde, Behzat Ay’ı, Mehmed Kemal’ı, Salâh Birsel’i, Cemal Süreya’yı, İsmet Kemal Karadayı’yı ve Cahit Kayra’yı girişte soldan dördüncü masada demlenirken görmüştüm, benim içeri girdiğimi fark eden Mehmed Kemal ise kolumdan yakalayıp masaya oturtmuştu.
Meğerse sohbetleri Yakup Cemil’in kurşuna dizilmeden önce içtiği sigara sayısıymış. Engin Fırat’ın ‘küçük İskender’ ve Asuman Gül Biçen’in ‘Dostoyevski’ yazılarıysa ilginç, ancak akademik üslûpları ucundan ucundan tırmalayan metinler beni yoruyor, bir de Türkçe karşılıkları olmasına karşın İngilizce ve Fransızca kelimeler kullanılıyorsa bırakıyorum. Engin Fırat’ın yazısındaki küçük İskender’i henüz şâir olmadan Beşiktaş’taki Çello’dan bilirim, çok zeki bir çocuktu ama fazlasıyla şımarıktı. Neyse, küçük İskender derginin en ‘iyi’ yazılarından birinin konusu, okuyun derim...
SON ZAMANLARDA OKUDUĞUM EN İYİ KİTAPLARDAN BİRİ
Şehir ve semt kitaplarını okumayı severim, Cüneyt Altunç’un ‘Suadiye, Suadiye’ kitabından sonra da yıllardır şöyle okkalı bir semt kitabı okuyamamıştım dersem yalan olmaz, ama geçen gün müthiş bir sürpriz yaşadım. İhsan Köse’nin ‘Yakacık’ kitabı Milenyum Yayınları’ndan az sayıda ve satış dışı olarak çıkmış, sağolsun üstadımız da benim için Turan M. Türkmenoğlu ağabeyime bırakmış. Semt kitapları kategorisini atlayarak söylüyorum, son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri ‘Yakacık’, İhsan Köse’nin edebî ve son derece leziz bir üslûbu var, kitabın bazı bölümleriniyse ikişer üçer defa okudum. Bütün üzüntüm İhsan Köse’nin beni Kartal’dan ‘bas bir kaldır iki’ Ford ile alıp da, ‘vrrraaaak vrrraaak’ sesleriyle çıkardığı semt-i dildarını anlattığı kitabının geniş okur kitlesine ulaşamayacak olması. Kitabı merâk edenler belki muhtemelen Sahhaflar Çarşısı’nda 4 numaradan bilgi alacaklardır ama, ben şimdiden Kartal Belediyesi’nin dikkatini çekmiş olayım, bu kitabın yeni ve bol resimli baskısı muhteşem olur. İhsan Bey için küçük bir not düşeyim: Kitabın yeni baskısı yapılırsa, Yakacıklı muharrir Hikmet Şevki’yi eklemeyi unutmayın. ‘30 yılında bir aşk cinayetinin kurbanı olan Hikmet Şevki’nin, Yakacık’ta geçen ‘Pembe Yuva’ isimli romanı var. ‘28 yılında Resimli Gazete’de tefrika edilen bu romanı iki yıl kadar önce Koç Üniversitesi Yayınları basmıştı. Hikmet Şevki hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlerse benim ‘Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler’in (Ötüken Neşriyât) birinci cildine bakabilir.