“Eskiden kocakarıların sokak sokak dolaşıp orta ikiden terk divandelen oğullarına kız aramalarının şamatası vardı. Gözlerine kestirdikleri ilk akça pakça deliksiz inciye ‘Kız sen İstanbul’un neresinden?’ diye sormalarıysa âdettendi...”
Hekim ve muharrir Necati Kemal’i bilir misiniz? Bir zamanlar hayli meşhûrmuş, sonra unutuldu. Benim aklımdan çıkalı da epeyce olmuştu, ama geçenlerde bir arkadaşta Sıhhî Sahifeler mecmûasınının 15 Temmuz 1923 tarihli sayısını görünce Necati Kemal’i anımsadım. Tesâdüf bu ya, üstadımızın çok sevdiğim “Şehir” makalesini de bahsettiğim sayıda buldum, nasıl heyecânlandığımı anlatamam. Benden söylemesi: Onun şeker şurubundan bir üslûpla kaleme aldığı mezkûr makalesi, şehir ve şehirli kavramlarının ne olduğuna dâir emsâlsiz bir metindir.
Necati Kemal’in, İstanbul’u, bir şehir değil de, köylerin, tarlaların, esnâf kahvehânelerinin, kışlaların ve çiftliklerin peş peşe sıralandığı “bir seyâhat günü kadar uzun olan mesâfe” şeklinde tanımlaması sizce de ilginç değil mi? Makaleyi dikkatle okuduğunuzdaysa, Necati Kemal’in lâfını zımnen şehr-i dildârımızda İstanbullunun pek bulunamayacağına getirip noktaladığını anlayacaksınız. Haklıdır, ben de bir kişinin şehirli sayılabilmesi için onun ailesinin en az beş kuşaktır şehirde yerleşik olmasının gerektiğini defalarca yazdım, İstanbullu olmaksa şehirli olmaktan daha meşakkatlıdır. Örneğin, birisi size kuzeyden esen rüzgârın poyraz, güneyden esen rüzgârın lodos olduğunu söylerse, o şahsın asla İstanbul uşağı olamayacağını aklınızın bir köşesine yazın. Efendim, İstanbul’da doğup büyümüş ve ailesi de birkaç kuşaktır İstanbul’daymış, doğrudur, bana sorarsanız da size onların İstanbullu olamadan İstanbul şehrinde ikamet ettiklerini söylerim. Çünkü, İstanbul, şehirden daha fazlasıdır, düpedüz bir medeniyettir. Bu nedenle, birisi kuzey doğudan esen rüzgâra poyraz, güney batıdan esen rüzgâra da lodos derse, bilin ki o şahsın ruhuna medeniyet dahl ü ta’rîz etmiştir, oysa sadece kuzeye doğuyu, güneye de batıyı eklemiştir.
***
Benim gençliğimde bir İstanbullu lodos kuzeye dönüyorsa, hemen peşinden gök gürlemesinin duyulup kar yağışının başlayacağını bilirdi. Maalesef ‘75 sonrasındaki imar ve çevre dangalaklıkları yüzünden rüzgâr hareketlerini dahi unuttuk, eskiden sâhil çocuklarının cümlesinin, yıldızı, poyrazı, gündoğusunu, keşişlemeyi, kıbleyi, lodosu, günbatısını ve karayeli tanıdığını anımsayacaksınızdır. Gündoğusu mu başladı, Boğaz’ın yukarılarında kim var kim yok, herkesin bir yerlere sığanacağı muhakkaktı. Çünkü, gündoğusu, Karadeniz’i delirtir, dev dalgaları Boğaz semtlerine taşırdı. Yıllar önce Arnavutköyü’nden bir balıkçı bana gündoğusunda boyları yedi metreyi bulan dalgaların Rumelifeneri mendireğini aşıp da bütün tekneleri batırmasına nasıl şâhit olduğunu anlatmıştı. Benim balıkçılıkla hiç işim olmadı, balık işinin sadece yeme faslını seviyorum, edebiyatımızın balıkçılıkla meşgalesiniyse hepten Vecdi Çıracıoğlu’na bıraktık, bununla birlikte bir iki balıkçıyla sohbet edip demlenmişliğim vardır. Onlardan biri de Bebek semtinden Hamdi Aygen’di, nâm-ı diğer Balıkçı Hamdi. Pederinin kaymakam olduğunu söylemişti, balon mu uçurmuştu, bilemiyorum. Kuruçeşme’deki Mezarlık Sokak doğumluymuş, pederi vefât edince, vâlidesi, dayısı, yengesi ve ağabeyi ile Bebek’teki Numan Ağa’ya kiracı olmuşlar. O yılların Bebek semtinde, İsmail, İbrahim ve Ali beylerin volileri dillerdeymiş, bizim Hamdi de onlardan İsmail’in volisine girmiş. Dalyanların ve volilerin kaldırılmasından sonraysa, aynı semtte, Rıza, Ali ve Kasım reislerle ağ atmaya başlamış. Yıllar geçmiş, vâlidesi, dayısı, yengesi ve kendisini koruyup kollayan Mısırlı Zehra Hanım da Hakk’ın avucuna oturmuşlar. Evsiz barksız kalıveren Hamdi’yse, yanlış anımsamıyorsam ‘53 yılında, döşeğini yorganını sırtlayıp Bebek Oteli’nin yanındaki yalının rıhtımına taşınmış. Peşinden oraya ‘47 yılında Kavak’ta yaptırdığı sandalını da bağlamış. Balıkçı Hamdi’yi tanıdığımda martısı var mıydı, şimdi çıkaramıyorum, ama sanırım Güngör Uras’tan okumuştum, soğuk bir kış günü doksanlık Balıkçı Hamdi’nin cesedinin rıhtımdaki döşeğinde bulunmasından sonra, 2003 sonu veya 2004 başı olmalıdır, martısı aylarca oradan hiç ayrılmamış, gözleri denizdeki balıkçı teknelerinde, sâhibinin dönmesini beklemiş.
Balıkçı Hamdi’nin ‘47 yapımı teknesini görmüştüm, ancak onunki olta balıkçılarının “Kancabaş” dedikleri Boğaz kayıklarından değildi. “Kancabaş” kayıklardan en fazla Arnavutköyü’nde vardı, ‘80 başlarında dahi Sarrafburnu’ndaki yalıların önünde on kadar “Kancabaş” görmek mümkündü, bense her “Kancabaş” teknenin mütemmim cüzü olan lüks lambalarını pek severdim. O lambaların, Petromax Rapid, Glory, Anchor, Oprenus ve Optimus gibi markaları vardı, bizim Suâdiye’deki evimizde Anchor marka bir lüks lambanın bulunmasınaysa şimdi hayret ediyorum, neden alınmıştı, kestiremiyorum, onu altı yıl boyunca bir defa olsun yakmadığımızdan eminim, Feneryolu’na taşınırken ise Saraylı komşularımız Ulviye ve Naime kardeşlere vermiştik. Arnavutköyü’nün eskileri lüks lambalardan en iyi anlayan kişinin Sarrafburnu’ndan “Kancabaş” tekneli Balıkçı Taso olduğunu söylerlerdi, kimdi, sormadığıma pişmanım. İsim yaptığına göre, vaktiyle semtin mühim şahsiyetlerinden olduğu muhakkaktı. Ama, kazıklı yolun yok ettiği Sarrafburnu’ndaki yalıları iyi biliyorum. İlki için Makbule Atadan yalısı derlerdi, Makbule Hanım ağabeyi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yanına Ankara’ya geçince, yalı sırasıyla Reşit Bey’in ve Hasip Bey’in mülkü olmuş. Ondan sonraysa Emin Paşa ve Recai Paşa yalıları vardı, aynı sıradaki İffet Onur ve Kıymet Hanım yalıları tamam da, altıncısı şimdi bir türlü aklıma gelmiyor.
Benim Arnavutköyü ile ilk ilişkim ‘69 ve ‘70 yıllarında şâir A. Kadir sayesindedir, babamla ara sıra oradaki bir pastahânede buluşurlardı, A. Kadir amcam benim de gelmemi ister, bana orada vişneli dondurma ve üzümlü kek ısmarlardı. ‘85 ve ‘86 yıllarındaysa aynı pastahâneye beni Melis defalarca götürmüştü. Melis, iskeleden önceki beş sokaktan birinin caddeyle keşiştiği sol köşedeki apartmanın ilk katında, Handan, Zeynep ve Gül ile birlikte oturuyordu, dördü de o zamanlarda sık sık görüştüğüm arkadaşlarımdandı, şimdi neredeler, ‘87 yılında irtibâtımız saçma sapan bir şekilde koptuğundan, haberdâr değilim. Kızların dairesi aslında küçük bir edebiyat mahfili dahi sayılabilirdi, Adnan Özer, Şükrü Caner ve Yusuf Algazi her hafta sonunda onlarda “şiir okuma” seanslardı yaparlardı. Bir defasında, Yusuf Algazi, şiir okumaya, “Kerumah / Ve terumah / Ve dihrama / Ve yimbara / Ve tiklamus / Ve bahremun / Ve karun / Ve handa / Ve ahanda / Vara banda / Handa ahanda” diye başlayınca, anlamını hâlâ da bilmiyorum, kızlardan Zeynep gülmüş, buna pek bozulan Yusuf ise küsüp daireyi terk etmişti. Sonradan bana küskünlüğünün nedeni için o kızların erotik hislerinin bulunmadığını söylemez mi, şaşkınlığımdan şıppadak bayılacaktım. Şukkadan şukka, bukkadan bukka, min takka tukka vaziyetiyse ondan sonra aklıma düştü.
***
Üvez Sokak sanırım bizim kızlarınkinden bir veya iki öncesiydi, ‘72 yılında o sokaktaki 8 kapı numaralı apartmanın alt katında Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nden Ulaş Bardakçı öldürülmüştü, Onur Caymaz’dan ise vaktiyle Üvez Sokak’taki 11 numarada Demir Özlü’nün, 18 numarada da Leyla Erbil’in oturduklarını işitmiştim. Adnan Özer’in semte geldiğinde ara sıra Kireçhâne Gediği Sokak’taki Latife Tekin’e uğradığını anımsıyorum. Adnan’ın siyâsetten arkadaşıydı ve aynı siyâsetten sendikacı mühendis Ertuğrul ile evliydi. Yıllar sonra onun Kireçhâne Gediği Sokak’taki dairesinin alt katlarındaysa, Mario Levi, küçük İskender ve Onur Caymaz “edebiyat atölyeleri” yapmışlar.
Arnavutköyü’nün edebiyatımıza kazandırdığı asıl romancı benim için Barbaros Baykara’dır, Hasan Pulur da 31 Aralık 1970 günlü Milliyet gazetesinde üstadın bir Arnavutköyü mâcerâsını anlatmıştı. Hasan Pulur’un yazdığına göre, Barbaros Baykara, ‘70 yılının 22 Aralık Salı günü saat 19.30’da Eminönü’nden Arnavutköyü’ne gitmek için vapura binmiş. Vapur yolculuğu uzun sürmesine rağmen biraz dinlenmek fırsatını bulduğundan Bâb-ı Âli’den Arnavutköyü’ne dönerken genellikle vapuru tercih ediyormuş. Vapur, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy derken Vaniköy’e yanaşmış. Oradan da karşı sâhile, Arnavutköyü’ne geçecektir. Ama, bir türlü Vaniköy’den kalkmak bilmez. Barbaros Baykara merâk edip aşağıya inince, vapurun mürettebâtının dahi vapurdan inmiş olduklarını fark eder. Onlar da Barbaros Baykara’yı görünce şaşırmışlar. Arnavutköyü’ne geçmek istemezler. Barbaros ısrâr edince, çâresiz, halatlar çözülür ve vapur Arnavutköyü’ne dümen kırar. Üstadımız Arnavutköyü iskelesinde inince, yanına biri yanaşır ve ona “Yaktın abi gazinocuları!” diye sitem eder. Barbaros Baykara onun ne demek istemediğini anlamayınca, “Ne olmuş gazinoculara?” diye sorar. Adam da, “Daha ne olsun abi! Bu vapur sabaha kadar iskelede kalacak, gazinoların önü kapanacak, deniz yerine vapuru seyretmek mecbûriyetinde kalan müşterilerse erkenden kaçacaklar!” diye yanıt verir. Barbaros Baykara, semt-i dildârı Arnavutköyü hakkında her şeye merâklıdır ama semtin gazinoları ile Şehir Hatları vapurları arasındaki paraya dayalı sistemi nasıl olup da o güne kadar işitmediğine hayret etmiştir.
Gün Zileli de Arnavutköyü’ndendir, bu yüzden onun anılarında da Barbaros Baykara karşımıza çıkıyor. Demokrat Parti yıllarıdır ve Barbaros Baykara semtte Sadıkzâde villasının yanından sabah akşam denize girmektedir. İsterseniz, nedenini ve sonrasını Gün Zileli’ye bırakalım:
***
“Bir Barbaros Baykara abimiz vardı. Koyu Demokrat Partili bir gazeteciydi. Sırtındaki kamburun 6-7 Eylül olaylarından sonra tutuklandığında, dört ay kadar sular içindeki bir hücrede kalmasından ileri geldiğini anlatmıştı bize. Söylediğine göre, kendisi 6-7 Eylül olaylarını çıkaran gençlik liderlerinden biriymiş. Olaylar Demokrat Parti’nin işi olmasına rağmen, aynı Demokrat Parti iktidarı onu da hapse atıp zulmetmişti. Bundan daha tuhaf olan şeyse, Demokrat Parti’nin zulmünü yaşadığı hâlde bizlere Demokrat Parti’nin propagandasını yapmayı sürdürmesiydi. Sadıkzâde villasının yanından sabah akşam denize giren Barbaros abi, yolun karşısında köşkleri olan bir ilâç fabrikatörünün kızına âşıktı. O zamanlar güzelliğiyle şöhret yapan bu kız, muhtemelen aralarında sınıfsal duvarlar olmasaydı dahi kendisinden yaşça biraz büyük olan Barbaros abimize bakmazdı. Oysa, Barbaros abi, gözlerini onların köşklerinden ayırmıyor, sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyordu. Aslında, kendisininkinin bir karşılıksız aşk olduğunu biliyor, bu yüzden de kahroluyordu. Araya Demokrat Parti’den büyükleri ve milletvekillerini koydu ama ne yaparsa yapsın nâfileydi. Sınıfsal duvarları aşmaya politik iktidarların dahi gücü yetmiyordu. Barbaros abimiz yıkıldı, eridi, bir süre sonra da ortalıktan kayboldu.”
Barbaros Baykara’ya yeniden döneceğim, çünkü Gün Zileli’nin yazdığının aksine, üstadımız ortadan kaybolmamıştı. Ama, daha Arnavutköyü’nün Beyazgül Caddesi’nde dolaşamadan sayfa sekreterimizin bana Emel Sayın’ın Nihâvend makamından bir “fantezi” şarkısını dinletmesi, artık üç noktayı koymaya mecbûr olduğum anlamına geliyor: “Kız sen İstanbul’un neresindensin? / Hisar, Kuruçeşme, sâhil boylu mu? / Arnavutköylü mü, Ortaköylü mü? / Kız sen İstanbul’un neresindensin? ” Sahi ya, eskiden bir de kocakarıların sokak sokak dolaşıp orta ikiden terk divandelen oğullarına kız aramalarının şamatası vardı, gözlerine kestirdikleri ilk akça pakça deliksiz inciye “Kız sen İstanbul’un neresinden?” diye sormalarıysa âdettendi...