Gösterişsiz bir üslûbun mükemmelliği

Taner Ay

Elizabeth O’Connor’ın ‘Balinanın Ölümü’ romanı Timaş Yayınları tarafından Türkçeye aktarıldı. O’Connor çok genç bir yazar, ancak üslûbunun gösterişsizliğindeki mükemmellik beni büyüledi. Nedendir bilemiyorum ama roman her sayfasında aklıma William Maxwell’i düşürdü, sanki onun Illinois taşrası O’Connor’da bir Galler adası olmuş gibi. Bayıldım. Son birkaç yıl içinde okuduğum en iyi çeviri roman. Has edebiyatın peşindekiler hemen romanı alıp okusun.

Yaklaşık olarak üç mil uzunluğunda ve bir mil genişliğinde küçücük bir ada. Rüzgâr yüzünden ağaç pek yok, daha çok kayalıklar ve fundalıklar görülüyor. Adada, on beş erkek, yirmi kadın, on iki çocuk, yani toplamda kırk yedi kişi yaşıyor. Bu da on iki aile ediyor. Erkekler ekseriyetle balıkçı, ancak medâr-ı mâişetleri deniz olmasına rağmen hiçbiri yüzme bilmiyor. Bu isimsiz adadan ana karaya ulaşmak, iyi havalarda beş mil kadar, kötü havalardaysa on milden fazla sürüyor. İnsanlar ana kara yaşamından uzak olduklarını hemen belli ediyorlar, onların burundaki arduvaz çatılı taştan küçük evlerinde ana karadakilerin unuttuğu bir zaman yaşanıyor. Eskilerin çoğu çalışmak için ana karaya göçmüş, terk ettikleri evlerinin çatılarıysa artık ebabil kuşlarına yuva olmuş. Sağa bak, sola bak, yarasalar, eşek arıları, yosunlar, küf, bataklık papatyaları, deniz rezeneleri, tatarcıklar, keçiler, deniz kuşları, beş farklı türden madımak, başka bir şey yok. Ama, 1938 yılının bir Eylül gecesinde, bir balina adanın sığlıklarına vurur. Balinaların ada yakınlarına gelmesi pek görülmüş şey değildir, bu yüzden alâmet sayılır, Peder Jones haftalarca İngiliz gazetelerini okumasına rağmen, balinanın ölüsünün adadaki sahile vuruşunu açıklayacak hiçbir habere rastlamamıştır. Ada için büyük bir vak’adır ama bir balina ölüsü galiba dünyanın umurunda değildir.

Romandaki ada için bütünüyle kurgu diyemiyorum, Elizabeth O’Connor’ın o adayı yazarken Bardsey, Aziz Kilda, Blasket ve Aran adalarından esinlendiğini biliyorum, sanırım en fazla da Bardsey’den. Romanın kahramanı ‘20 doğumlu Manod, annesi ölmüş, ıstakoz avcısı babası ve biraz değişik kardeşi Llinos ile yaşıyor, tabii bir de babasının sevgili köpeği Elis var. Adamın kızlarıyla konuştuğu görülmüş şey değildir ama her gece Elis ile konuştuğu dillerdedir. Hatta, her defasında, kızı Manod’a Elis diye sesleniyor, Manod ısrârla düzeltse de, değişmiyor. Manod çok akıllı bir kız, okulda Rahibe Mary’den ve bir kadın dergisinden İngilizce öğrenmiş, herkesin Galce konuştuğu adada önemli bir farklılık. Balinanın peşinden de iki İngiliz etnografı adaya geliyor, Edward ve Joan. Manod kusursuz şekilde İngilizce’yi konuşabildiğinden onlara asistanlık yapmaya başlıyor, balina ve etnograflar geçmiş bir zamanda yaşayan ada halkına yeni bir pencere açıyorlar.

Elizabeth O’Connor çok genç bir yazar, ancak üslûbunun gösterişsizliğindeki mükemmellik beni büyüledi, nedendir bilemiyorum ama ‘Balinanın Ölümü’ her sayfasında aklıma William Maxwell’i düşürdü, sanki onun Illinois taşrası O’Connor’da bir Galler adası olmuş gibi. Bayıldım. Son birkaç yıl içinde okuduğum en iyi çeviri roman, Sevinç Sanem Erzurumlu’yu da Timaş Yayınları’nı da kutluyorum. Ama, ben başka bir şeye kafayı taktım, bizim edebiyat pazarımızdaki simsarların tercihlerine, biliyorsunuz her yılın sonunda en iyiler sıralanır ya, simsarlarımızdan hiçbiri ‘Balinanın Ölümü’nü listelerine almadı, acaba romanı Timaş Yayınları değil de, onların büyükleri bassaydı, öyle mi olurdu? Hiç sanmıyorum, kesinlikle haftasında en çok satanların arasına girerdi. Bana sorarsanız, ‘Balinanın Ölümü’, 2024 yılının en iyisi. Bizimkileri bırakın, dışarıda Observer dahi romanı en iyi on arasına almış, has edebiyatın peşindekiler hemen ‘Balinanın Ölümü’nü alıp okusun, onların da benim gibi bize unutturulmaya çalışılan edebiyatın o eski büyüsünü yeniden bulacaklarından eminim.

JAMES JOYCE’UN TEK TİYATRO ESERİ

James Joyce’un ‘Sürgünler’ oyununu 1979’da Kültür Bakanlığı baskısından ve Selçuk Yönel çevirisinden okuduğumu anımsıyorum. Sanırım bu kitabım rahmetli pederimde kalmıştı, sonraki yıllarda oyunun Bora Kamcez, Fuat Sevimay ve Gül Yıldız çevirilerini de Kabalcı, İmge, İthaki, Alfa, Yitik Ülke ve Sel yayınevleri bastı, birkaç ay evvel de Dilara Erdem çevirisiyle VakıfBank Kültür Yayınları’ndan çıktı. Benim oyunu kırk beş yıl sonra ikinci okuyuşum Erdem çevirisinden oldu, çok da keyif aldım, bu yüzden yayınevine müteşekkirim. Oyunun ilk baskısı 1918 yılındadır, Londra’daki Grant Richards baskısının ‘ıslak’ ve ‘kirli’ bir nüshasını ‘80 başlarında Kadıköyü’ndeki bir sahhafta görmüştüm, ismini vermek istemediğim o sahhafın benden istediği paraysa dudak uçuklatacak kadar akıl dışıydı, tabii ki orada kaldı, sahhaf da bir müddet sonra taşlı köye taşındı. Oyunun ilk dünya prömiyerinin ise 1919 yılında Munich Kammerspiele’de Erwin von Busse yönetiminde yapıldığını biliyorum. ‘70’lerde ise Londra görmüş bir ağabeyimizden Harold Pinter yönetiminde Mermaid Theatre’da ve Aldwych Theatre’da nasıl sahnelendiğini dinlemiştim. O yıllarda James Joyce’tan sadece Gülçin Yücel çevirisiyle Ataç Kitapevi’nden ‘65’te çıkan ‘Kardeşler’i okumuştum, ‘83’teyse Metin Celal çevirisiyle İmge Yayınevi’nden ‘Bir Küçük Bulut’u ve Murat Belge çevirisiyle Birikim Yayınevi’nden ‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni okuduğumu anımsıyorum. ‘Ulysses’, ‘Dublinliler’ ve ‘Ölüler’ kitaplığıma daha sonraki yıllarda girdiler.

OYUNDA SEVGİLİSİ BARNACLE İLE KENDİSİNİ Mİ YAZDI?

Samuel Beckett’in Harold Pinter’a gönderdiği 21 Nisan 1969 günlü mektupta, ‘Sürgünler’i sahnelemenin bir cesaret işi olduğundan bahsediliyor, sanırım bu yüzden de bizde sahnelenmedi, ‘Sürgünler’i yeniden okurken, çok şeyin de aklımdan çıkmış olduğunu fark ettim, örneğin yazar Richard Rowan ile nikâhsız yaşadığı Bertha, James Joyce’a ve Nora Barnacle’a pek fazla benziyorlar. Onlar da Trieste’de nikâhsız yaşamışlardı, Robert Hand de sanki biraz Oliver St. John Gogarty, birazcık da Vincent Cosgrave gibi. Beatrice’de acaba Joyce’un 1912 yılında ölen kuzini Elizabeth olabilir mi, ikisinin soyisminin de Justice olmasıysa ilginçtir. Oyun, Richard Rowan, nikâhsız karısı Bertha ve eski aşkı Beatrice Justice etrafında şekillenirken, aşka ve sadakata dâir unutulmaz bir bakış getiriyor. Oyundan sonra ben en fazla James Joyce ile Nora Barnacle arasındaki mektulaşmayı merâk etmeye başladım. Joyce’un Nora’ya gönderdiği mektuplar Nilüfer İlkaya’nın çevirisiyle Alakarga’dan çıkmıştı, maalesef o kitabı hâlâ göremedim, kitapta Nora’nın James’e yazdıkları var mı, bilmiyorum. Joyce’un ‘kirli’ kelimelerden hiç hoşlanmayan birisi olduğu hakkındaki her kitaba girdi, buna mukabil Nora’ysa yatağında ve mektuplarında ‘kirli’ kelimeleri kullanmayı pek severmiş. Ne de olsa bir ‘Bloomsbury’ kadını, oyunu okuduktan sonra James Joyce’u ve Nora Barnacle’ı araştırmaya başlayacağınızdan ise eminim...

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.