“Bak evlâdım buna ayı derler, ormandan inip şehre gelirler”

Taner Ay

“Sağ başta, köprü ayağının dibinde, biraz '58 yapımı “Üç Arkadaş” filmindeki Artin Efendi'yi, biraz da '66 yapımı “Ah Güzel İstanbul” filmindeki Haşmet İbriktaroğlu'nu andıran bir sokak fotoğrafçısı olurdu, alın size bir başka kayıp meslek daha, müşterileriyse daha çok çarşı iznine çıkmış askerlerdi.”

'69 ile '75 arasında, rahmetli annemle, torik mevsimi başladığında, Arif Damar ağabeyimin Emin Ali Paşa Caddesi üzerindeki kitapçı dükkânının önündeki duraktan 4A hat numaralı gıcır gıcır Leyland marka otobüse binip Kadıköyü'ne iner, oradan da Şehir Hatları vapuruyla Karaköy'e veya Eminönü'ne geçerdik. O yıllarda, torik yoksul İstanbul halkının ekmeği sayılırdı, çoğu zaman çiftinin ekmek parasına satıldığının tanığıyım. Torikleri kırmızı plastik sepetimize doldurduktan sonra da, gözlerimiz mutlaka kambur uskumru dolmacısını arardı. Onu genellikle köprünün Eminönü ayağı yakınlarında yakaladığımızı anımsıyorum, gazete kâğıdı üstünde servis ettiği uskumru dolmasının yanınaysa en yakın büfeden birer Çamlıca gazozu açtırırdık.

'75 sonrasında uskumru dolması satıcıları yaşamlarımızdan bir bir çekilip gittiler, üniversite yıllarımda troleybüse binmeden önce başının üstündeki tepsisiyle kamburu Eminönü ve Karaköy meydanlarında çok aramıştım ama artık yoktu. Onun taşlı köye taşınıp taşınmadığını bilmiyorum, ancak uskumru dolması satıcılığının meslek olarak gongoyu diktiği muhakkaktı. '75'de doğanlar dahi bugün yaşlılar sınıfına ayrıldılar, o kuşaktakilere sorup duruyorum, inanın uskumru dolması yiyene daha rastlamadım. Bazı şeflerin televizyon kanallarında uskumru dolması tarîfi vermesiyse, beni hayli sinirlendiriyor, Yahu, daha uskumru ile kolyos farkını bilmiyorlar, evet kolyos da uskumrugiller familyasından olmakla birlikte, uskumru açık renklidir, çatalının içi boş iki çizgiyle alfabemizin yirmi yedinci harfinin şeklindedir ve gözleri pek küçüktür demeyeceğim, mukayese için bir Eylül ile Ocak ayları arasında çıkan uskumruyu tadın, bir de kolyosu, damağınız aradaki lezzet farkını şıppadak yakalayacaktır. Kısacası, uskumru dolması uskumrudan yapılır, kolyostan değil, şâyet tarîfine “Dört orta boy uskumru veya kolyos alıp, onların karınlarını yarmadan solungaçlarını temizleyin” diye başlayan bir şef ekrandaysa, televizyonlarınızı kapatın derim. Merâkımdan bir de Ermeni asıllı arkadaşım Lütfi Okçuoğlu'na sordum, bana çocukluğunda tanıdığı kılıbıkların uskumru yerine kolyos ile keklendiklerinde, dolma harcıyla kapıda bekleyen demir donlu karılarının cinnet geçirdiğine epeyce tanık olduğunu söylemez mi, ondan istediğim yanıtı almıştım.

Uskumru dolması Ermeni mutfağındandır, günümüzün zembilli Ermeni kızları da, onların manda kasa mayrigleri de yapmıyorlar, çünkü mutfak ehli cümle yayalar maalesef ömürlerini ahçiklerinin ve torniglerinin yakalarına dikemeden gittiler. Neyse, yeniden '69 ile '75 arasına dönelim, kamburun uskuru dolmasını midelerimize indirip, hemen Eminönü iskelesindeki Kadıköyü vapuruna atlamazdık, elimizdeki toriklerin ağırlığı bizi yorsa da, genellikle Baylan Pastahânesi'nde birer kup griye yemek için Karaköy'e doğru yürürdük. Sağ başta, köprü ayağının dibinde, biraz '58 yapımı “Üç Arkadaş” filmindeki Artin Efendi'yi, biraz da '66 yapımı “Ah Güzel İstanbul” filmindeki Haşmet İbriktaroğlu'nu andıran bir sokak fotoğrafçısı olurdu, alın size bir başka kayıp meslek daha, müşterileriyse daha çok çarşı iznine çıkmış askerlerdi. Ondan sonra bir destancı vardı, cofciricifcofun kırmızı veya yeşil matbaa mürekkebli destanları, bilhâssa da fotoğraflıları olanları, beni hep cezbetmişti, bu yüzden mutlaka bir destan satın alırdım. Bir ara bende kırk kadar her renkten destan birikmişti, onları Suâdiye'den Feneryolu'na taşınırken, Küçükyalı 63, Şaşkınbakkal Atlantik ve Kızıltoprak Kent sinemalarının biletleriyle birlikte aynı koli içindeydiler, kaybettim. Köprü üstünde destancıdan sonra sıra sıra niyetçiler dikilirdi, ancak “Üç Arkadaş” filminin ilk sahnesindeki “Menşur Niyetçi” Murat'a, komşusu “Deli Saraylı” Şehnaz'ın kedisini taşla kovaladığı için kıl olduğumdan, onlara pek yanaşmazdım. Bugün ara ki, bir niyetçi bulasın! '75 sonrasında toplumsal yaşamımızdan onlar da çekildiler, ama üç odalı sandıklarını anımsıyorum. Birinde tavşanlar, diğerinde güvercinler, üçüncü odadaysa katlanmış niyet kâğıtları olurdu, artık niyeti Pamuk tavşana mı yoksa Mahmure güvercine mi çektirirdiniz, orası size kalmıştı.

Köprünün üstündeki '77 yapımı “Gülen Gözler” filmindeki “Pilot Vecihi” tarzı sevimli dolandırıcıları geçiyorum, turistlerin asıl ilgisini çeken şeyinse dansçı ayılar olduğuna eminim. '98'de yasaklanan ayı oynatıcılığı artık kayıp bir Çingene mesleğidir, benim de dansçı ayılarla ilgili parantez arası iki anım var. İlki Süleymaniye'den, sanırım '78 yılıydı, caminin önündeki Çingenenin dansçı ayısının bir de sevimli mi sevimli yavrusu vardı, annesinin peşinde o koca poposuyla dolanıp dururdu, ben de ona her sabah evden armut götürüyordum, yavru bir müddet sonra beni arkadaşı olarak kafasına yazdı, eski külhânîlerden Osman Amca'nın mekânında beni görünce, koştura koştura gelir, bacaklarıma sarılır, oynamak isterdi. İkincisiyse Kasımpaşa'dan, '85 veya '86 olabilir, Adnan Özer ile Kaçan birâderleri ziyâretimizin dönüşünde Yenişehir'den aşağıya doğru inerken, çakılıp kalmamızdı. Şaşırmıştık desem, yetersiz kalır, sanki sürrealist bir filmin içine düşmüş gibiydik, dört veya beş katlı harap bir apartmanın üçüncü katındaki pencereden, kocaman bir boz ayının ön ayaklarını cama dayayıp, sokaktan gelip geçenleri seyrettiğini vaktiyle Bunuel'e veya Fellini'ye anlatsaydık, onlar dahi bize abuzamzak kayabaşı muâmelesi çekebilirdi. Şimdi açtığım parantezi kapatıyorum ve kayıp mesleğin tarihçesini üç cümlede özetlemeye geçiyorum: Kaynaklara nazaran ayı oynatıcılığı şehr-i dildârımıza Bizans'tan kalmıştır, Prokopius'un “Anekdota” eserinde Theodora'nın ayı bakıcısı Akasius'un kızı olduğunun kaydedildiğini bilenlerin sayısı da eminim hayli fazladır. Osmanlı içinse kitab-ı güzîdemiz elbette Evliya Çelebi'dir, üstâdımız 17'nci yüzyılın İstanbulunda yetmiş kadar ayı esnâfının bulunduğunu yazmıştı. 20'nci yüzyılın başlarına, yani Cumhuriyet dönemine gelirsek, Osman Cemal Kaygılı'nın “Çingeneler” romanının emsâlsiz olduğunu söyleyip, yeni bir paragraf için nokta koyayım.

'29 sonbaharında ayı oynatıcılığı yasaklanmış ama riâyet eden pek çıkmamış. '33 yılındaysa farklı bir şey oluyor, İstanbul'daki 1'nci Şube polisi ne kadar ayı oynatıcısı varsa, bir gecede onları toplayıp, hepsini ayılarıyla birlikte Sansaryan Han'ın hücrelerine tıkıveriyor. Neden mi, Bulgaristan için casusluk yapmaları ihtimâli, biliyorum polisin geyikleri suya saldığının resmidir, ancak ben yine de bir şeyi çok merâk ediyorum: Hadi, Çingeneleri falakaya yatırıp öttürmek için Sansaryan Han'a aldılar diyelim, peki ayılar niçin hücreye konmuşlardı? Siz bunu düşürken, ben de bombalaki bombalaki bom bom bom, talaş talaş zum zum deyip, gazinolara adım atayım. Murat Tokluca'nın bir yazısından '71 yılında Üsküdar'da bir gazinonun sahneye Kocaoğlan isminde bir ayıyı çıkardığını okumuştum, bense '89 yılında Yenikapı'daki Çakıl Gazinosu'nun kadrosundaki Ahu Tuğba'nın sahneye bir ara Gümüş isimli bir ayıyla çıktığını biliyorum. 22 Ocak 1989 günlü Tercüman gazetesi bunu haber yapmıştı. Ancak Gümüş'ün şöhretinin kısa sürmesinin nedeni neyse, işte ondan haberim yoktu, bunun için 8 Mayıs 1989 günlü Cumhuriyet gazetesine bakınca, Gümüş'ün Langa Karakolu'nun baskısıyla sahneden indirildiğini öğrenmiş oldum. O yılın Mart ayında Nurettin Sözen belediye başkanlığı koltuğuna oturmuştu, sokak hayvanları için kayda değer bir teşebbüste bulunduğunu hiç anımsamıyorum, selefi Bedrettin Dalan ise bir felâketti. '86'da belediyenin sokak hayvanlarını öldürmesine karşı çıkan bir derneğin yetkililerine öfkelenen Bedrettin Dalan, “Daha durun siz, Güney Kore'den turist getirtip İstanbul'un bütün sokak köpeklerini onlara yedirteceğim!” diye bağırıp odayı terk etmiştir. Bu kadarla kalsa eh diyen çıkabilir, ancak bu defa da Bedrettin Dalan'ın bağırmasını fırsat bilen yardımcısı Atanur Oğuz odayla hışımla dalmış ve “Dün yirmi dört ayı toplattım, ben de şimdi hepsi itlâf ettireceğim!” demez mi, bayılan bayılana. Olay yerli ve yabancı basına intikal edinceyse, belediye şaka yapıldığını açıklamıştı, bunu soğan beyinlilerin dahi yuttuğunu sanmıyorum.

'81 yapımı “Gırgıriye” filminde Müjdat Gezen ayıcı Bayram rolündedir, bir sahnede Sultanahmet Meydanı'nda ayı oynatırsa da, işte o ayıya kanmayın, ayı kostümünün içindeki Yavuz Şeker'dir. Buna mukabil, '90 yapımı “İmdat ile Zarife” filmindeki ayı gerçektir. Filmde Zarife olan ayının asıl ismi Ayşe'ymiş, geceleri çalışmak istemeyen Ayşe, çekimler boyunca biraz görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı'yı, ondan daha fazlaysa Şevket Altuğ'u hırpalamış. Geçenlerde bir kaynaktan Ayşe'nin 2005 yılında kanserden öldüğünü okumuştum, doğru mudur değil midir, emin değilim. Şâyet Nesli Çölgeçen'in filmini bulabilirseniz, onu kaybolmuş bir mesleğin belgeseli gibi de seyredebilirsiniz, filmden bir buçuk veya iki yıl sonraysa ayı oynatıcılığı yasaklanacak ve sokaklardan toplanan yirmi üç ayı ise Uludağ'daki bütçesiz bir kampa tehcir edilecekti. Muhtemelen İstanbul'daki ayı sayısı daha fazlaydı, diğerlerine ne oldu, doğru dürüst bilinmiyor, araştırmaya kalksanız da, her kafadan farklı ses çıkıyor.

Bugün ayı ve ayıcılık nedir, bilen çocuk var mı, sanmıyorum, bu yüzden de Barış Manço'nun şarkısındaki gibi babalara epey iş düşüyor. “Yolda düşündüm, bizim çocuklar tanımıyor hayvanları / Bir hayli garibime gitti doğrusu, bir baba olarak verdim kararı / Anında bir ters u dönüş, doğru hayvanat bahçesine / Biliyoruz ayıp oldu hâkim bey, ama zar zor girebildik içeriye / Bak evlâdım buna ayı derler / Ormandan inip şehre gelirler / Biraz ağırdırlar hantaldırlar ama armudun iyisini ayılar yerler”. Sahi, az kalsın unutuyorum, ayı göstermek için genç babaların çocuklarını hayvanat bahçesine götürmeleri gerekmiyor, çünkü artık yer gök “ayı” doldu. “A de bakayım / A / Bi de y de / Y / Şimdi bi de ı de / I / Oku bakayım / Ayı / Oku bakayım / Ayı / Oku bakayım / Ayı / Yalnız kızlar / Ayı / Hadi erkekler / Ayı / Cümbür cemaat / Ayı / Bütün mahalle / Ayı”. Gel de sevme Barış Manço'yu!

Susamcı kadınlara yetişemedim ama '70 veya '71 gibi Suriçi'nin dolmacı kadınlarından görmüşlüğüm var. Benimkiler, şişman, yaşlı başlı, sahra gülleli ve ağır bohçalı “Arap Bacı” kuşağındandı, Aksaray'ın sahil tarafında oturan annemin teyzesine Salma Tomruk'tan başlarında dolma tenceresiyle kalkıp gelirlerdi, meğerse '20'lere kadar dolmacılık İstanbul'un hatırı sayılır mesleklerindenmiş. Bunlar sanırım siyah köleler ve siyah câriyeler devrindekilerin çocuklarıydı, vaktiyle vâlideleri kibârların perhiz yemekçiliğini veya kolcu kadınlar vâsıtasıyla aşçılık yapmış olmalıydı. Ancak, dolmacılığın sefâletten meslekleştiğini çok sonradan öğrendim, toplumsal değişimlerin ve dönüşümlerin neticesinde fakirleşen “Arap Bacı” sınıfı, açlıktan ölmemek için dolma yapıp, çarşı kapıları civârında veya hamamların kadınlar kısmında satmaya başlamışlar. Hamamda dolma yemek de nedir diye sormaya kalkmadan evvel, '76 yapımı “Tosun Paşa” filmindeki Tellioğulları ve Seferoğulları kadınlarının hamam safâsına bir bakın derim. Neyse, dolmacılar sonra birer ikişer kaybolmuşlar, benim gördüklerimse muhtemelen son dolmacı kadınlardı, onlar da sadece ahşap mahallelerdeki yıkıldı yıkılacak durumdaki konakların ve köşklerin hanımlarına çalışıyorlardı, ancak ahşaplarda ricâl-i devletin esâmîsi yarım asırdan fazla müddettir kalmamıştı. Bir de aynı sefâletten meslekleşen musâhibelik var ki, onu sonraya bırakıp, çünkü şimdi sokaktaki kedileri doyurmam gerekiyor, size bir Teoman şarkısıyla vedâ edeyim: “Mevsim rüzgârları / Ne zaman eserse / O zaman hatırlarım / Çocukluk rüyâlarımı / Şeytan uçurtmalarımı / Öper beni annem / Yanaklarımdan / Güzel bir rüyâda / Sanki sevdiklerim / Hayattalar hâlâ”...

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (12)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.