“Ben kundurada en fazla “Hush Puppies” ve “Loafer” modellerini tercih ediyorum. “Loafer” deyince de, fabrikasyon kundurada George Hogg markasını tek geçerim. Ayrıca, fabrikasyon olmasına rağmen George Hogg markasında hiç sıkıntı yaşamadım, çünkü kundura modellerinin buçuklularını sadece oradan bulabiliyordum.”
Ne vakit kundura almaya kalksam, def gibi geriliyorum. Bunun nedeni de ayak numaramın buçuklu olması, 41 alsam ayağımı sıkıyor, 42 alsam yürürken ayağımdan çıkıyor. Oysa, eskiden ısmarlama çalışan kunduracılara sadece istediğim modeli ve istediğim rengi söylemem yeterdi. Usta, gözlüğünü burnunun üstüne düşürerek yerinden kalkar, üzerinde 27.3 ve 28 yazılı kalın kartonları asılı olduğu yerden alır, sağ ayağımı onların üstüne sırasıyla basmamı isterdi. Meğerse kunduracılıkta 27.3 santimin karşılığı 41 numara, 28 santimin karşılığıysa 42 numaraymış. Şâyet ustanın ikisine de aklı yatmazsa, hemen bir başka kartona mor renkli kopya kalemiyle ayak uzunluğumun ve ayak tarağımın ölçülerini alır, “Rok”, “Molyer”, “Monk Strap”, “Oxford” veya “Loafer”, hangi modelden istediysem, onu dört beş gün içinde teslim edebileceğini söylerdi.
Ben kundurada en fazla “Hush Puppies” ve “Loafer” modellerini tercih ediyorum. “Loafer” deyince de, fabrikasyon kundurada George Hogg markasını tek geçerim. Ayrıca, fabrikasyon olmasına rağmen George Hogg markasında hiç sıkıntı yaşamadım, çünkü kundura modellerinin buçuklularını sadece oradan bulabiliyordum. Mevsim kış ise mutlaka postal giyerdim, üniversite yıllarımda, '76 ile '80 arasını söylüyorum, postallarımı iki üç yılda bir İstiklâl Caddesi'ndeki Mahmut Kundura'ya yaptırdığımı anımsıyorum. Mahmut Soyman dükkânını '36 yılında açmış, ama orada ben daha çok Halil Dağlı ustayı görürdüm. Sizi tanıyorsa, ayağınızın numarasını bile sormazdı, çünkü müşterilerin kalıplarını saklardı. Mahmut Soyman mıydı yoksa oğlu Metin Soyman mıydı, şimdi tam çıkaramıyorum, dükkâna bir uğrayışımdaysa bana Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün kundura kalıplarını göstermişti. Maalesef ısmarlama kundura yapanlar artık pek kalmadı, kunduracılık bile '80 sonrasının kapitalist pazarına yenik düştü, aklıma ısmarlamacılardan Beyoğlu'ndaki Ayar Kundura'nın ve İpek Kundura'nın kaldığı geliyor, bir de Fatih'te Ziya Keleş Kundura'nın, onlar piyasaya daha ne kadar direnirler, işte onu bilemiyorum.
'27 sayımına göre nüfusumuzun yüze 75.8'i köylerde, yüzde 24.2'si de şehir ve kasabalardaydı. Aynı yıl İstanbul'un şehremâneti hudûdları içindeki nüfusununsa sadece 695.813 olduğu kayıtlardadır. Onlardan kaçını şehrî sayacağımız elbette muammâdır ama 98.631 “İstanbullu” da şehremâmeti hudûdlarının dışında ikamet ediyormuş. İkisini topla, ona yıllık nüfus artış hızını da ekle, '37 yılına tahmini 918.700 gibi bir sayı çıkıyor. Oysa, 9 Haziran 1937 günlü Akşam gazetesindeki habere nazaran, 918.700 nüfuslu şehrimizde otuz bin kadar kundura imâlâtçısı bulunuyormuş, o imâlâtçılar da yılda yirmi bir milyon kadar kundura yapıyormuş, buna bir de Beykoz Kundura Fabrikası'nın günde ürettiği üç yüz kundurayı katın, sonra da nüfusa oranını alın: Abov ya!
Sadece '30'ların İstanbulundaki şöhretli kunduracıları saymaya kalksam bile sayfalara sığmayacağı muhakkaktır, o yılları yaşamış eskilerden hemen herkesin bir şekilde İstiklâl Caddesi'ndeki Amiralis Kundura, Yeni Cami Caddesi'ndeki Altıntop Kundura, Tahtakale Caddesi'ndeki Şark Kundura veya Susam Sokak'taki Uygun Kundura anısı vardı. Kundura fiyatları öyle pek şişik de görünmüyormuş ama biraz daha hesâplısı arandığında, çünkü şehrimizde 1476 sayılı kanuna göre devlet maaş bareminde 19'uncu dereceden memur da vasıfsız işçi de yaşıyordu, Beykoz kundurası aranırmış. '32 yılında Beykoz'un erkek kunduraları 4.70'den başlıyormuş, aynı yıl için Ticaret Odası'nın geçinme endeksindeyse üç çocuklu bir ailenin ayda 144.21 lirayla geçinebileceği yazılıdır. Peki, '32 yılındaki maaşları ve işçi ücretlerini biliyor musunuz?
Boşuna uğraşmayın, '32 yılında yerli malı Gıslaved'in Eyüp'te açılıp da yıllar boyunca Beykoz kunduralarından daha fazla satmasının yegâne nedeni, sorumun yanıtıdır. Biliyorum, '80 sonrası doğumlular şıppadak Gıslaved'in ne olduğunu soracaklar. Söyleyeyim: Gençler, benim Gıslaved markasıyla zikrettiğim şey, hurda lâstikten kalıp hâlinde tabanıyla birlikte preslenip üretilen bir “kundura” cinsiydi. Nasıl bir şey olduğunu tahayyül etmeniz mümkün değil. Ona halk arasında Gıslaved denmezdi de, “Cizlavid” denirdi, '32 ile '74 arasında Gıslaved markası Türkiye'de kırsalın ve yoksulluğun simgelerinden olmuştu, ben Gıslaved'in ancak sonlarına yetişebildim, ayrıca Ünye'de Ürer, Zile'de Tepe ve Samsun'da Emek fabrikaları hurda lâstikten aynı “kundura” cinsini üretmelerine rağmen, onların da mağazalardan “Cizlavid” olarak istendiğinin tanığıyım. Gıslaved ile ilgili son anılarımsa, '70 ve '74 yıllarında fabrika işçilerinin greve gitmesidir. Unutulmaz işçi önderlerinden sendikacı Rıza Kuas '49 yılında Gıslaved fabrikasında kalıp taşıyıcısı olarak işe başladığından, patronların oradaki bütün kirli oyunlarını biliyordu. '70 yılındaki oturma eylemi sırasında yüz üç işçi işten atılmış, maalesef Hüseyin Çapkan isimli bir işçi de grevcilerin üzerine açılan ateş sonucunda yaşamını kaybetmişti. 7 Ekim 1974 gününden 3 Ocak 1975 gününe kadar süren ikinci büyük Gıslaved greviniyse, toplu sözleşmenin imzalanmasıyla işçiler kazanacaktı. Sahi, kazandılar da ne oldu, '80 darbesi Cumhuriyet'in üstünden silindir gibi geçti, ne “devrimci işçi” kaldı, ne de “sağcı patron”, onların yerine “proje tabakalar” geçti.
Osmanlı dönemi İstanbulunda kimsenin numara derdi yokmuş, kunduraların kalıp ölçüsüyse “Ulu ayak”, “Orta ayak” ve “Keçi ayak” olarak üçe ayrılırmış. Kunduraların topuk kısmına törpülenmiş nal, parmakların altına düşen ön kısmaysa iki üç düzine çivi çakıldığı biliniyor. Kunduralar, başmak, çizme, cimcime, pabuç, serhadlık, çapula, yemeni, kalçın, tozluk, mest, dolak çarık, merkub, sandal, nalın, tomak, çedik, merdâne ve terlik gibi muhtelif cinslere ayrılmıştı.
1640 yılına ait bir belgeden ise ayaklara göre çizmelerin fiyatlarının değiştiğini öğreniyoruz. “Ulu ayak” denilen ölçüye göre sarı renkli çizmelerin astarlısı 135 akçeden, “Orta ayak” ölçüsüne göre yapılanı 120 akçeden, “Keçi ayak” ölçüsüne göre yapılanıysa 95 akçeden satılıyormuş. Çizmelerin ayrıca “baldırı ziyâde yoğun”, “rüzgâr ulusu” ve “zerdergân” cinsleri varmış. Pabuçların en pahallısıysa sarı renkli “Kazdağlı işi” olanlarmış, onlar 62 akçeden piyasadayken, taklidi sayılabilecek “Üstâd işi” olanlarını 60 akçeye almak mümkünmüş, hatta biraz daha düşük kalitelisi 55 akçeye bile bulunabiliyormuş. Parmakkapı'daki Yahudilerin “gül pabucu” denen ayrı şekildeki bir pabuca rağbetleriyle “siyah meşinden Frenk işi pabuç” satışlarını da saksınızın bir köşesine not düşün.
Kundurada rağbetse en fazla sarı renge olduğundan o renktekiler daha pahallıymış, buna karşın kırmızı çizmeler 130 akçe, siyah çizmelerse 122 akçeymiş. Sanırım sarı renk ayrıca bir itibâr vesilesiymiş de, örneğin Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi'nin ilk müdürü Ahmed Rüşdü Efendi'nin “sarı mest kunduralı” olarak farklılaştırılması bu yüzdendir. Oysa, Ebu Davut, Tirmizî, Nesaî ve İbn Hacer gibi kaynaklarda sarı renk kâfir işidir. Peki, Asr-ı Saâdet'te sarı rengin pek sevilmemesine karşın, Osmanlı'daki sarı renk düşkünlüğüne ne diyeceğiz? Osmanlı'nın Arap Müslümanlığına direnen Türk kimliğinin bir parçasıdır dersem de, sakın ha şaşırmayın. Biz Türklerde sarı renk dünyanın merkezinin sembolüdür. Bu da kültürel köklerimizdeki Şamanizm kaynaklıdır. Ülgen'in altın tahtı nasıl devletin ve dünyanın merkezi olarak algılanmışsa, altının sarısı da dünyanın merkezinin sembol rengi olmuştur. Sarı renk, bu sembol anlamını Türklerin çizmelerinin rengi olarak da asırlar boyunca sürdürmüştür. Türkmenlerin “sarı çizme” ile gökleri tutan kızıl bayrağı temsil eden “kızıl börk” giydiklerini biliyoruz.
Mest deyince, durun. Şâyet mestlerin boğazı kazârâ dört parmaktan azıcık eksik olursa, âbdeste halel verdiğinden Müslümanlara satılmazmış. Dört parmak boğazlı dikilen mestlerin fiyatlarıysa 1640 yılında 20 akçe ile 43 akçe arasında belirlenmiş. Sahtiyândan yapılan merdânelere gelirsek, bu cins kunduraların sahtiyânın cinsine göre fiyatlandırıldığı muhakkaktır, en pahallısı 60 akçe olarak kayıtlara geçmiş. Merdâne, “erkeğe yakışacak” anlamında Farsça zarf olmasına karşın, merdâneler arasında, “merdâne zenâne” ve “zenâne başmak” gibi cinslerin bulunması kimseyi şaşırtmasın. Merdâne zarfı İstanbul'da anlam kaymasına uğrayarak “zenâne” sıfatıyla birleştirilip kullanılmıştır, çünkü Farsça'daki “zenâne” sıfatı “kadına mahsûs, kadınla ilgili ve kadın işi” anlamlarındaydı. Ancak, kundura çeşitlerinin arasında en pornografik olanıysa, bana göre, terliktir. Halûk Y. Şehsuvaroğlu gibi üstâdlar bilhassa “kâfir işi terlik” cinsinden bahsediyorlar ama görenine ve bilenine pek rastlamadım. Bana sorarsanız da, size, Jean Auguste Dominique Ingres'in “Türk Hamamı” tablosundaki değirmi kalçalı kadınların ince topuklu parlak terlikler giyip yatağınıza yürüyüşünü renkli bir allahümme ya mahmut olarak tahayyül edin, işte “kâfir işi terlik” cinsi odur, derim.Yemeni cinsi tamamen dikişli ve dönme kunduraysa, İstanbul'a muhtemelen Halep'ten girmişti. Tabanında manda derisi, astarında koyun derisi, çevirmesindeyse oğlak derisi kullanılıyordu.
Topkapı Sarayı Müzesi'nde zengin bir kundura koleksiyonumuz var, kanımca kundurada en zevkli padişahımızsa Sultan II'nci Abdülhamid'dir. Onun siyah glaseden taraksız kalıplı kısa çizme şeklindeki kunduralarına kimse çamur sıçratamaz. Sultanımız kundurasının boğaz kısmını mutlaka pantolonunun içinde bırakırmış, pantolonunun altında kalan kısmındaysa sarı mahmuzlu galoşlar kullanırmış. Sarı renk yine ortaya çıktı demeyin, asıl siz Sultan II'nci Abdülhamid'in kunduralarındaki topuk boyuna dikkat edin, tam altı santimmiş, bugün kadınlarda yüksek topuğun dokuz santimden başladığını düşünürsek, o yıllarda altı santimin erkekler için hayli iddialı olduğunu söyleyebiliriz. Aslında, belgelerden Saray'da her vakit kunduraya çok önem verildiği anlaşılıyor, örneğin o belgelerin birinde padişaha dikilen üç aylık kunduralar, otuz çift çizme, otuz altı çift pabuç, yirmi dört meşin terlik ve on sekiz çift mest olarak kayıtlıdır. Hadi, sizi birazcık da güldüreyim: Biliyorsunuz, Sultan III'üncü Osman kadın dendiğinde Şeytan görmüş gibi kaçarmış, bu yüzden de kadınlara rastlamamak için pabuçlarının altına gümüş çiviler çaktırırmış. Bu çivilerin sesi Sultanımız Harem'de dolaşırken yankılanıp her yere dağılıyormuş. Sesi duyan kadınlarıysa, kaçıp saklandıklarından, Sultan III'üncü Osman görmüyormuş.
Yorulduysanız, kundura faslına başka bir yazımda devâm edeceğimi belirteyim, size “Ayağında Kundura” türküsünü dinletebilirim. Ben bu Urfa türküsünü ilk '75 yılında İbrahim Tatlıses'ten, sonra da bir sıra gecesinde Kazancı Bedih'ten duymuştum. Mukim Tahir'in kaydınaysa ancak yıllar sonra ulaşabildim. Şimdi benim tercihim ne Kazancı Bedih'tir ne de İbrahim Tatlıses'tir, âlem-i âhiretten çıkan çakıllı sesiyle Mukim Tahir'dir. Ancak, ayaktaki kunduranın her zaman Mukim Tahir'in türküsündeki gibi “keyifli” olamayacağını da önceden bilin. Bu yüzden aklıma ilk Cemal Paşa geliyor, İttihatçıların her politikasını doğru bulmamama rağmen, birkaçının dışında, onların vatan sevgilerine ve fedâkârlıklarına lâf atanları paylarım. Çünkü, Cemal Paşa'nın vatan sevgisi, '22 yılında Tiflis'te öldürüldüğünde, altları delik kunduralarında yazılıydı. Ne demek istediğimi merâk edenler, torunu Ahmet Cemal'in harika denemesinden okuyabilirler. Neyse, bu arada Mukim Tahir'den “Ayağında Kundura” kaydını buldum, siz de “Gıravatlı” şişesinden bir “domuz sıkısı” yaptıysanız, başlatıyorum: “Ayağında kundura / Yâr gelir dura dura / Ölürem ben, ölürem vay”...