Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Üstün Ergüder, Taha Akyol’un sorularını cevapladı
Boğaziçi Üniversitesinin kültüründen, geleneğinden, kurumsal kimliğinden bahsediliyor. Nedir BOÜ’nün özelliği?
Boğaziçi Üniversitesi liberal bir eğitim-öğretim geleneğine sahiptir. Biliyorum, ülkemizde liberal olmak hem zordur hem de bu kavrama bazı olumsuz yüklemeler yapılır. Söylemek istediğim şudur. Boğaziçi Üniversitesinde kimsenin günümüzde pek moda olan kimliklerine bakmadan insana ve onun özgürlüğüne önem vermek ön plandadır. Odak noktası insandır.
Onun özgürlüğüdür. Bu bağlamda herkesin barışçıl bir diyalog içinde olması, değişik fikirlere hürmet etmesi, özgürlüğünü sorumlu bir şekilde kullanması, sorgulayan bir kafaya sahip olması hep ön plandadır. Bu kültür sayesindedir ki Üniversite 1970’lerin öğrenci hareketleri açısından çalkantılı yıllarından, polis müdahalesi olamadan, yara almadan çıkabilmiştir.
Bir öğrencimin o yıllarda bana aktardığı bir gözlemini hiç unutamam: “Hocam, burası galiba İkinci Dünya Savaşında İsviçre gibi bir yer.” Sanırım bu gözlem çok güzel özetliyor o kültürün ne olduğunu.
‘ÜNİVERSİTE’ NEDİR?
Siz uzun yıllar BOÜ’de rektörlük yaptınız. Rektör’ün üniversite kurumuyla, öğretim üyeleriyle ilişkileri nasıl olmalı?
“Üniversite” çok özel bir yerdir. Toplumun düşünce merkezidir, beynidir.
Üniversite çok değişik disiplinlerde çalışan bilim adamları topluluğudur. Herkes işini iyi yapabilsin, yani düşünebilsin, araştırma yapabilsin, aykırı soruları sorabilsin diye bütün dünyada kamu yararı olarak akademik özgürlüğe önem verilir, vazgeçilmez bir değer olarak savunulur.
Diğer olmazsa olmaz değer ise kurumsal özerkliktir. Kurumsal özerklik ise kanımca üç açıdan önemlidir. Üniversite içinde bilimsel ve akademik özgürlüğün korunması, akademik özgürlüğe dışarıdan gelecek tehditlerin önlenmesi ve son olarak üniversitenin kendine öz bilimsel yapı ve örgütlenmeyi oluşturması ve stratejik planını yapabilmesi.
Bu nedenlerle üniversite hiçbir zaman hiyerarşik bir emir komuta zinciri içerisinde yönetilemez. Ne iş alemindeki şirketlere, ne devlet bürokrasisine, ne de askeri örgütlenmeye benzer. Üniversite yatay bir organizasyondur. Collegiality, yani meslektaşlar örgütü kavramı üniversite yönetimi hakkında bir fikir verir sanırım.
Uzmanlığa, bilimsel disiplinlere önem veren, aşağıdan yukarı bir yönetim modelidir kanımca. Bu yönetim tarzında akademik birimler ön planda ve bilimsel özerklik odak noktasında olmalıdır. Ben üniversite yönetimini bir senfoni orkestrasına benzetirim. Maestronun yani rektörün, görevi her kim ne çalıyorsa onu en iyi şekilde ve uyum içerisinde çalmasını sağlamaktır.
NEDEN ÖZGÜRLÜK?
Siz akademik özgürlüklere ve öğrencilerin de kendilerini özgürce ifade etmelerine çok değer verdiniz. Niye böyle yaptınız?
İki nedeni var. Birisi benim hayat felsefem insanı ve onun özgürlüğünü vurgular, odak noktasına alır. İkinci olarak bir üniversitede bu değerlerin çok ama çok geçerli olduğuna inanıyorum. Üniversitede eğitim-öğretim bir hocanın öğrencilerine aktardığı materyali geri istemesinden geçmez. Öğrencilerin o materyali, o bilgiyi, sorgulamalarını teşvik etmeniz gerekir.
Sual sormaları, sizin yapacağınız yanlışları veya aykırı fikirlerini sizlere rahatlıkla söyleyebilmeleri gerekir. Hatta, ben üniversitede süreci iki yönlü öğrenme süreci diye tanımlarım. Hoca da öğrencisinden çok şey öğrenir. Bu sürecin oluşması için diyalog ve hür düşünceyi teşvik etmeniz gerekir. Araya hiyerarşi sokmamak gerekir. Öğrencilerin sizi bir arkadaş olarak görmelerini, bilginiz ve değişik fikirlere hürmetinizle onların size saygı duymalarını sağlamanız gerek diye düşünüyorum. Bu yaklaşımı üniversitenin de yaşam şekli haline getirmeniz çok önemli.
Bu nedenledir ki BÜ’de öğretim üyelerinin kapısında profesör, doçent gibi akademik unvanlar yazılmazdı. Öğrencilerin rahat rahat hocalarına erişebilmeleri amaçlanır bu tedbirlerle. Bu kültürün içinde evrilmiş öğrencilere ders vermek büyük bir zevktir.
Çünkü hocalar kendilerini geliştirme imkanı da bulurlar böyle bir ortamda. Özgür öğrenci faaliyetleri de öğrencilerin kendilerini geliştirmeleri için çok önemli bir fırsattır. Öğrenciler hobilerinin peşlerinde gitmeye teşvik edilir böylece birlikte çalışmayı, örgütlenmeyi bu şekilde öğrenirler. Takım olmak, özgürlükçü bir ortamda lider olmak ne demek içselleştirirler.
Benim Boğaziçi Üniversitesinde 31 yıl, Sabancı Üniversitesinde ise 12 yıl deneyimim oldu. Özgürlüğün üniversitelerde ne kadar önemli olduğuna fazlasıyla şahit oldum. Özgürlükten korkacak hiçbir şey yok. İnsanlar, öğrenciler sorumlu bireyler olmayı ancak özgürlüklerin kullanarak öğrenirler. Öğreniyorlar da.
TÜRBAN YASAĞI?
Türbanın en sıkı yasaklandığı dönemde siz bu öğrencilere kapılara açtınız. İyi mi ettiniz?
Çok çok iyi ettim. Zor günlerdi. Yokuş yukarı bir savaştı. Aynı yoğunlukta olmamakla birlikte birçok üniversitemizde bu yasak uygulanıyordu. Rektörler Komitesi gibi diğer rektörlerle bir araya geldiğimiz toplantılarda üniversitenin ismini vermeden ‘Boğaz sırtlarındaki bazı üniversitelerimiz bu yasakları uygulamıyorlar’ diye eleştiriler alıyorduk.
Burada şunu da belirtmeden geçmeyeyim. Size sürpriz olarak gelebilir ama o günkü YÖK yönetiminden bu konuda hiçbir baskıyla karşılaşmadık. Ne yapmak istediğimizi anlamıştı YÖK sanırım. Üniversite içinden de pek bir sıkıntımız olmadı.
Bazı ama az sayıda hocamız türban yasağının uygulanmasını istiyorlardı ama genellikle üniversitenin özgürlükçü, demokrat ve hoşgörü geleneğine sadık hocalarımız yönetimin yasakçı olmayan politikalarını destekliyorlardı.
Beni şahsen Bandırma-Yenikapı vapurunda yaşadığım bir olay çok etkilemişti. Rektör olduğumu anlayan bir baba karşıma oturup dert yanmaya başladı. Kıt kaynakları olan bu aile reisi yememiş içmemiş bütün varlığını kızının eğitimine harcamış. Kızı, üniversitelerimizden birini kazanmış, ama türban yasağı dolayısıyla devam edemiyormuş.
Çok ama çok dertliydi. Kanımca üniversitelerin görevi öğrencilerini kaybetmek değil kazanmaktır. Ben kendi çocuklarımdan bilirim. Evde baskıcı bir rejim uygularsanız çocuklarınızı kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya kalırsınız. Gençleri yönetmenin en iyi formülü onları anlamak, duymak ve özgürlükçü bir ortamı yaşatmaktan geçer.
KAMPLAR, CEMAATLER
Kitabınızda “kamplar içinde düşünmeyi, cemaatleşmeyi” eleştiriyorsunuz? Neden?
Evet, üniversite ortamında en sevmediğim şey her ne şekilde olursa olsun kamplaşmadır. İyi bir üniversite eğitimi alan bir kişi kendisinin önüne konan bilgiyi sorgusuz sualsiz depolayan kişi olmayıp hiçbir zaman bulamayacağını, yakalayamayacağını bilmesine rağmen sürekli gerçeğin peşinde koşan kişidir.
Derslerimde öğrencilerime hep sizin gerçekleriniz, haklı davalarınız olduğu kadar başkalarının da gerçekleri, haklı davaları var derdim. Bunun bilincinde olup diyaloga dayalı özgürlükçü bir ortamı yaşatalım ki başkalarını anlayalım, gerçek peşinde koşalım diye eklerdim. Maalesef cemaatler, ideolojik kamplar insanların düşünme kapasitelerini sınırlıyor, dogmalara, tek gerçekler dünyasına hapsediyor.
Günümüzde bir tehlike daha belirdi. Bilgiye ulaşmak çok kolaylaştı, ancak, bir o kadar da “echo” odalarına hapsolma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Teknolojinin de yardımıyla benzer düşüncelerdeki insanlarla aynı sanal odalarda buluşma olasılığımız çok arttı. Bunun da kamplaşma gibi bir etki yaratma tehlikesi var.
SİYASALLAŞMA SORUNU
Yine kitabınızda ‘aşırı siyasallaşma akademik kaliteyi düşürüyor’ diyorsunuz. Açar mısınız?
Siyasallaşma da kamplaşmaya benziyor. Üniversite yaşamınızda siyaseti ön plana çıkartırsanız, siyasallaşmadan onu anlıyorum, gerçeğin, bilginin peşinden koşmanızı anlamsız yapar. Yalnız şuna çok dikkat etmek gerek. Öğrencinin, hocanın, yöneticilerin siyası tercihleri olmamalı demiyorum.
Zaten böyle bir dünya yok. Sorun siyasi tercihlerinin üniversite yaşamında ön plana geçmemesidir. Askerliğimin ilk 3 ayını o günler Kağıthane’de olan İstihkam Okulu’nda yapmıştım. Komutanımız hafta başı okula geldiğimizde “mantığınızı nizamiyede bırakın” der “burada başka mantık geçerli” diye eklerdi. Her kim olursa olsun, hangi görevde olursa olsun üniversiteye girerken siyasi kimliğini kapıda bırakması gerektiğini düşünüyorum.
‘YUKARIDAN’ ATAMALAR?
Rektörlerin YÖK sisteminde ‘yukarıdan’ ve siyasi irade ile atanmasını nasıl buluyorsunuz?
Hiç doğru bulmuyorum. 1982 yılına kadar geçerli olan 1750 sayılı yükseköğretim yasasına göre üniversiteler kendi rektörlerini seçerdi. 1982 yılında 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası ile birlikte rektörlerin YÖK’ün önerisine göre Cumhurbaşkanı tarafından atanması sistemimize girdi. 1982-1992 arasında, YÖK’ün kimlerİ önerdiği, Cumhurbaşkanı’nın hangi kriterlere göre atama yaptığı hiç bilinmezdi.
Üniversitelerin bu sisteme hiçbir katkıları olmazdı. 1992 - 2016 yılları arasında hibrid bir sisteme geçildi. Üniversiteler aday belirtiyor, YÖK listeyi kısaltıyor, Cumhurbaşkanı atamayı yapıyor. Genellikle dünyada rektör atamaları Cumhurbaşkanı tarafından yapılmıyor. Bugünkü sistemin gerekçesi devlet fonlarına sahip çıkmak ise zaten ortada bütün üniversitelerin mütevelli heyeti gibi davranan ve devlet bürokrasisinin bir parçası olan YÖK var. Şunu da unutmayalım, eğer doğru hatırlıyorsam, 2015 yılından itibaren vakıf üniversitelerinin rektörlerinin de atamasını Cumhurbaşkanı yapmaya başladı. Neden? Ne gerek vardı?
‘KAYYIM REKTÖR’?
Son atamayı ve öğretim üyeleriyle öğrencilerin tepkisini nasıl buldunuz?
Boğaziçi Üniversitesine yapılan son atama benim için sürpriz oldu. Üniversitenin başında camia tarafından benimsenmiş bir rektör vardı. Başarılı bir dört yıl geçirmişti. Düşünebileceğiniz her liyakat kriterine göre de ikinci dönemini tamamlamak üzere atanmasını beklemek gayet normaldi. Ancak, Kasım ayında atanması gerekiyordu. Süreç uzayınca içime, inanmak istemediğim, bir şüphe de düşmüştü.
Uzaktan izleyebildiğim kadarı ile yalnız öğretim üyeleri ve öğrenciler için değil camia için de şok oldu. BÜ öğrencilerinin tepkisi ilginçti. Barışçılığı, sosyal medyanın zekice kullanılması sanırım öğrenci protesto tarihimizde yeni bir sayfa açtı. Aynı şeyi öğretim üyelerinin davranışları için de söyleyebilirim.
ÖZGÜRLÜK GERİLEDİ
Türk üniversitelerine baktığınızda, az sayıdaki istisnalar dışında, ciddi bir kalite sorunu var. Ne dersiniz?
Kanımca ülkemizin en önemli sorunu yükseköğretimde kalitenin eşit dağılmamasıdır. Genç bir nüfustan gelen talebi karşılamak için bir taraftan yeni üniversiteler kurulmuş bir taraftandan da üniversitelere kapasitelerinin çok üstünde öğrenci yığılmıştır. 1980’li yıllarda YÖK’ün kurulmasının en önemli nedeni sistemde okullaşma oranlarını arttırmak olmuştur. Buna rağmen sistemimizde uluslararası standartlarda iş yapan üniversitelerimiz vardır.
Ancak merkeziyetçilik ve tek tip uygulamaları sevmemizden dolayı özellikle devlet üniversitelerimize tek tip elbiseler dikmekteyiz. Bir taraftan kaliteyi teşvik ederken diğer taraftan gelişmekte olan üniversitelerimizi nasıl yönlendireceğimiz konusunda formüller geliştirebilmiş değiliz. Geçtiğimiz yakın zamanda olumlu bir gelişme oldu.
Bazı üniversitelerimiz YÖK tarafından araştırma üniversitesi ilan edildi. Boğaziçi Üniversitesi de bunların arasındaydı. Ancak, bir gece içinde bu üniversitemizin hiç habersiz iki fakültesi oldu. Fakülte demek çok sayıda lisan öğrencisi demek. Halbuki bir araştırma üniversitesinin lisansüstü programlara ve araştırmaya yönelmesi gerek. Buradan çıkardığım sonuç araştırma üniversitesi olmak bir anlama gelmiyormuş.
Cumhurbaşkanımız birkaç yıl evvel Boğaziçi Üniversitesi mezunlarına yaptığı bir konuşmada üniversitenin performansının gerilediğinden şikayet etmişti. Ancak bu yalnız bu üniversitemiz için doğru değil. Uluslararası değerlendirmelerde bütün üniversitelerimiz gerilemiş gözüküyor. Bu bağlamda Küresel Kamu Politikalar Enstitüsü ve Tehlike Altında Akademisyenler Ağının hazırladığı raporu öneririm: Free Universities. Putting the Academic Freedom Index into Action.
2020’nin Mart ayında yayımlanan bu rapora göre akademik özgürlük endeksinde üniversitelerimiz dünyada en düşük puanı olan üniversiteler (ülkeler) arasına düşmüştür. Devlet üniversitelerimizde akademik performans düşüşüyle bu raporun işaret ettiği durum arasında bir ilişki var mı sizce? Yorum sizde.
REKTÖR ATAMA SİSTEMİ
YÖK ve rektör atamaları nasıl olmalı?
Bu konuda dünyada çok sistem var. Seçim veya atama hepsinin ortak yönü sürecin şeffaf olması ve üniversitenin bir paydaş olarak şu veya bu şekilde sürece dahil olmasıdır.
Boğaziçi Üniversitesindeki hassasiyet bu kurumda seçimlerin uygar bir şekilde ciddiyetle yapılması ve üniversitenin akademik performansı ile yakından ilişkili olmasıdır. Rektör seçimlerinin işlediği dönemlerde Boğaziçi Üniversitesinin performansı uluslararası düzeyde yükselmiştir.