Siyasetin güç kavgasına ve lidere sadakat duygusuna indirgenmesi fikirleri öldürüyor. Fikirler taraftarlarımızı ateşleyecek, karşıtlarımızı aşağılayacak kızgın sloganlara dönüşüyor.
Altmış yıl önce yazılmış şu satırlara bakın:
“Demokratik terbiye yokluğu. İşte, Türkiye’de eskiden olduğu gibi bugün de noksan olan şey budur. Her türlü demokratik hayatın temelini teşkil eden bu duygu ve terbiyenin yokluğu neticesinde geriye karşılıklı hakaret, kin ve düşmanlık kalmıştır…”
Bu satırları merhum Ali Fuat Başgil’in “27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri” adlı kitabından aldım. (sf. 64)
Merhum Başgil’in vefatının 55. yılındayız. Politikacılara, hukukçulara, fikre değer veren herkese hatırlatmak istedim.
‘ÖLÜMLE TEHDİT’
Bugün muhafazakâr camiada Başgil deyince iki husus akla gelir: Biri onun “Din ve Laiklik” adlı eseri, öbürü 1961 yılında Cumhurbaşkanlığına aday olduğunda askerler tarafından zorla vazgeçirilmesi.
Başgil’in çoğunluk istibdadı, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, hürriyet felsefesi gibi konulardaki fikirlerinin unutulup “din ve laiklik” ile “darbe” konularının zihinlerde kalmasının sebebi, bu iki hususun siyasette kullanışlı olmasıdır!
Evet, Başgil, 1961 seçimlerinde Samsun’dan senatör seçilmiş ve askerlerin 1961 anayasasına uygun olarak cumhurbaşkanlığına aday olmuş ama ölüm tehdidiyle vazgeçirilmiştir.
Cuntacılardan General Sıtkı Ulay 1986 yılında Milliyet’te yayınlanan anılarında bunu itiraf etmiştir:
Darbeler ekonomisiyle ve kurumlarıyla “az gelişmiş ülkeler”de olur. Türkiye’nin önündeki sorun demokratik kültürü güçlendirmek, ekonomiyi geliştirmektir.
KUVVETLER AYRILIĞI
Başgil’in bugün Türkiye’de yol gösteren fikirlerinden biri kuvvetler ayrılığıdır. 1959’da yazdığı “Esas Teşkilat Hukuku” adlı ders kitabında, Montesqiueu’yü anlatırken şunları yazmıştır:
“Ezeli bir tecrübe ile sabittir ki, kuvvet sahibi herkes bunu kötüye kullanmaya meyleder… Siyasi iktidar bir elde toplanmamalıdır, bilakis hakimiyetin birer branşını kullanan otoriteler birbirinden ayrılmalı ve birbirine karşı serbest ve özerk bir durum almalıdır. Bu sayede ayrılan kuvvetler birbirini tartmalı ve durdurmalıdır… Hak ve hürriyetler ancak böyle mutedil ve dengeli bir hükümette gün görür. Bunun aksine olarak, bütün kuvvetler bir elde ve bir başta toplanırsa bu el ister bir şahıs ister bir heyet olsun, taşkın bir otoriteye sahip olacağı için kabına sığmaz bir hal alır… bir tek irade ve tek bir ferman haline gelir...”
Başgil temel hak ve hürriyetler için “milli hakimiyet, milli irade” kavramlarının güvence olmadığını da anlatır:
“Hakimiyetin kraldan alınıp millete mal edilmesi vatandaş haklarını, emniyet ve huzurunu temin bakımından kâfi bir tedbir değildir. Hakkın ve hürriyetin esas teminatı kamu iktidarının bir adamın veya bir heyetin avuçları içine düşmemesindedir.” (s. 363)
CB sistemini kaleme alan ‘partili’ hukukçular bu donanıma sahip olsaydı, ortaya böyle bir sistem mi çıkardı?!
KÜLTÜREL ZENGİNLİK?
Ülkeye büyük hizmetleri geçmiş olan merhum Menderes’in, Celal Bayar’a uyarak kuvvetler birliğini savunması, hatta karanlık bir dönem olan Takrir-i Sükun dönemini bile gerekçe göstermesi ne feci ıstıraplara yol açtı, değil mi?
Meşrutiyet dönemde belli bir düzeyde yerleşmeye başlayan kuvvetler ayrılığı kültürünün Tek Parti devrinde unutturulması siyasi kültürümüzdeki otoriter rengin önemli sebeplerinden biridir.
1957 yılına kadar kuvvetler ayrılığını savunan, sadece Osman Bölükbaşı’ydı.
Bu gerçeğin yanında, İnönü liderliğindeki CHP’nin 1953 kurultayından başlayarak 1930’ların ideolojik kavramlarını terk ettiğini, 1957’den itibaren de istikrarlı şekilde kuvvetler ayrılığını savunduğunu belirtmek gerekir.
Dünün kavgalarını bugün sürdürmek yerine, tarihe laboratuvar gibi bakarak dersler çıkarmalıyız.
Fikirler liderlerin günlük polemiklerine hapsolmamalı… Her akım büyük düşünürlerden, büyük felsefelerden gıda almalıdır. “Demokrasi terbiyesi” için bu zaruri bir ihtiyaçtır.
Böyle kültürel zenginlik olmayınca, siyasette elimizde kalan “karşılıklı hakaret, kin ve düşmanlık”tır hâlâ!