Cumhurbaşkanı Erdoğan Hindistan’da, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile görüştü. Geçen yıl da Katar Emiri’nin resepsiyonunda tokalaşmışlar, Erdoğan “Mısır’la sil baştan yapabiliriz” demişti. (17 Kasım 2022).
Öyle de oluyor, karşılıklı büyükelçiler atanmak üzere…
Bunda eleştirilecek bir taraf yok. Eleştirilen husus, İhvan-ı Müslimin’i savunmak uğruna Mısır’la amansız bir kavgaya girişmek ve bunu yıllarca sürdürmekti. Hatta Erdoğan, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’un verdiği resmi protokol yemeğine, Sisi de davetli diye katılmamış, “BM darbeyi meşrulaştırıyor” diye BM’yi de eleştirmişti. (26 Eylül 2019)
Sisi hakkındaki ağır sözlerini buraya almıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin İhvan uğruna Mısır’la ve İhvan karşıtı Arap ülkeleriyle kavga etmek gibi bir siyaseti olabilir miydi?! Olmuştu!.. Şimdi de Arap sermayesi uğruna Mısır’la ve hepsiyle barışıyoruz.
SORMAK AKLA GELMİYOR
Dikkat çekici nokta, Mısırla kavga etmenin de barışmanın da gerek partide gerek muhafazakar camiada bir sorgulama, hatta soru konusu bile yapılmamasıdır.
Erdoğan-Sisi görüşmesi haberlerinin altına gelen yorumlarda, iktidar yanlısı bir okur “ne iyi, ülke menfaatleri gerektirmiş, reis simdi Sisi ile görüşüyor” diyordu. Yedi yıl süreyle Mısır’la kavga edip, Arap hükümetlerini karşımıza almak ve Yunanistan tarafına itmek ülke yararına mıydı diye “sormak” dün akla gelmediği gibi bugün de gelmiyor.
İşte temel zihniyet meselesi burada: Analitik, eleştirel zihniyet yokluğu, ‘Reis ne yapsa haklıdır’ şeklinde bir anlayış.
Bu anlayış sistem olarak demokraside, kurum olarak partide “denetim ve denge” işlevini neredeyse sıfırlıyor.
ARAPLARI ALEYHİMİZE İTMEK
Mısır’daki darbeyi kınamak ama ilişkileri bozmamak gibi rasyonel bir yol seçilebilirdi. Fakat kavga büyük bir heyecanla, şevkle sürdürüldü. Rabia işaretli mitingler yapıldı. Bir tek AK Partili “ölçülü olalım” demedi.
Sisi, darbe rejiminin düzenlediği seçimlerde Cumhurbaşkanı seçildiğinde, pek çok devlet başkanı gibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Sisi’ye protokoler bir tebrik mesajı göndermişti. (11 Haziran 2014)
Bu, kavgayı hiç olmazsa yumuşatmak için bir vesile sayılabilirdi. Aksine, Başbakan Erdoğan “Darbeyle gelen cumhurbaşkanına sözde bir seçimden sonra tebrikler gitmiş. Biz böyle bir tebriği kabul etmiyoruz” diyerek yoluna devam etti. (25 Haziran 2014)
Bunlar sırf benim eleştirilerim değil. Sabah yazarı Burhanettin Duran üç yıl önce “Erdoğan’ın güçlü liderliği ve proaktif dış politikası Körfez başkentlerini kaygılandırdı. Körfez elitleri nezdinde Türkiye’nin de sınırlandırılması gereken bir ülke olarak konumlandırılmasına sebep oldu” diye yazmıştı. (SETA, Türk Dış Politikası Yıllığı 2020, s. 13)
Yunanistan’la stratejik anlaşmalar imzaladılar, askeri tatbikat yaptılar, Enerji Ajansı kurdular, Türk mallarına boykotlar koydular, Medine’nin kahraman müdafii Fahrettin Paşa’ya hırsız dediler…
Bir süredir barışıyoruz, döviz temin ediyoruz.
‘ELİMİZDE KALAN…’
Mesele sadece Mısır değil, üstelik ilişkilerin düzeltilmesi de doğru. Türkiye’yi krize sürükleyen politikalara, yolsuzluklara, ‘gri liste’ olayına, Türkiye’nin tefeci faiziyle dışarıdan kredi almasına, bütçedeki 600 milyar lira faiz ödeneğine muhafazakar camiadan hiçbir eleştiri gelmemesi, hatta müzakere konusu bile edilmemesi gibi pek çok örnek vermek mümkün.
Mesele, Karl Popper’in “demokrasi, yanlışları hür eleştirilerle kendi içinde düzeltebilen bir sistemdir” sözündeki zihnî ve siyasi mekanizmanın bizde işlememesidir.
Temeldeki sebep, analitik, eleştirel düşüncenin eksikliğidir. PISA sınavlarındaki halimizin sebebi de aynıdır. Aynı sebepten bugünkü muhafazakar iktidarın iç işleyişiyle 1925-1946 dönemindeki Tek Parti’nin iç işleyişi birbirine benziyor.
Ahmet Davutoğlu’nun, uzun bir mülakatı yayınlandı. “Hz. Ömer’e hutbe esnasında itiraz eden ve hesap soran sahabe örneğini anlata anlata büyüyen bir neslin…” iktidar gücünü elde edince nasıl dönüştüğünü şöyle anlatıyor:
“Nihayetinde elimizde kalan dışlayıcı bir milliyetçilikle bezenmiş içe kapanmacı, savunmacı, söylemsel, sembolik, sığ, reaktif ve yozlaşmış bir muhafazakârlık oldu.” (serbestiyet.com)