İktidara mensup bir grup milletvekili Ankara’daki pahalı bir restoranda akşam yemeği için buluştular, sohbet ediyorlar. Fakat kulakları kirişte, “yukarı”dan telefon bekliyorlar… Yüksek makamdan gelecek bir telefonla kim “yukarı”ya davet edilecek?..
Herkes pürmerak beklerken, orta boylu, ağzı laf yapan o milletvekiline, dört gözle beklediği telefon geldi, “yukarı”ya çağrıldı.
Müthiş bir sevinç… Demek ki gözden düşmemişti… “Gözlerinde boş yere gizlemeye çalıştığı sevinç pırıltısıyla ‘beni çağırdılar’ diyerek arkadaşlarıyla vedalaştı”, hızla “yukarı”nın yolunu tuttu…
Masada kalanlar mı? “Melül melül birbirlerine bakakaldılar… Hepsinin içini bir kurt kemirmeye başlayacaktır: Acaba neden çağrılmadık? Acaba, acaba, acaba…”
HANGİ PARTİ
Bu anlattığım, hangi partinin milletvekilleri olabilir? Hangi partide milletvekili olmak en çok “yukarının iki dudağı arasında” ise ve bunu bir kaybederlerse, kendini “ben hiçim” diyeceği bir psikolojide hissederse o partide, değil mi?
Bu soruya günümüz açısından bir cevap anahtarı mesela “ayağını yalamak” lafıdır.
Ben yazımın girişinde anlattığım tabloyu Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun mutlaka okumak gereken “Panorama” adlı romanından aldım, doğrudan 1930’lar CHP’sini işaret eden kelimeleri çıkararak...
İnönü’yü bile Atatürkçülükten taviz vermekle suçlayarak 14 Ekim 1962 günü CHP’den istifa eden büyük yazar Yakup Kadri bu romanında 1930’ların siyaset yapısını ve insan tiplerini anlatır…
Kemalist devrimin halka ulaşmadaki başarısızlıklarından birinin bu tek adam ve yukarıdan aşağıya kumanda mekanizması olduğunu “Panorama”da görebilirsiniz.
Bugün en çok Ak Parti’nin buna benzediğini inkar mümkün mü? Ulu bir lider, tek seçici, partisinde yanlışlığı belirmiş politikaları bile sorgulanmaz…
TARİHE BOĞULMAK
Bu konuyu yazmamın bir sebebi var. Ne zaman kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, siyasi iktidarın yargıyı ve kamu kurumlarını “bizden”leştirmesi konularını yazsam, bir kesim okurlarımdan şöyle tepkiler alıyorum: Cesaretim varsa İstiklal Mahkemelerini, 1930’ları falan yazmalıymışım… (Yazmamışım gibi)
Buna tepki olarak ‘öbür taraf’ da Osmanlıdaki “siyaseten katl” gibi olayları hatırlatıyor.
Tarihin şartları ve kavramların rolleri farklıydı, bunu unutmamak lazım.
Çağımızda ise sorun; şunu düşünemeyişimizdir: Otoriter metotlar ve tek adam mekanizması “bizden” olunca iyi, “sizden” olunca kötü olabilir mi?! 21. Yüzyılda da gücü yetenler böyle mi davransın?! Yoksa hiçbir iktidarın böyle davranamayacağı sağlam bir hukuk devleti mi inşa etmeliyiz?..
Bu konuda milletçe bir mutabakata varmak yerine, tarihi olayları da istismar ederek siz-biz kavgasını körükleyip duruyoruz. Tarihe boğulmaktan günümüzün farklı gerçeklerini, yeni faktörlerini göremiyoruz.
NASIL DİYE SORMAK
Merhum Necip Fazıl’ın “Büyük Mazlumlar” kitabı; muhafazakar camiada çok okunmuştur. Büyük zulümleri ve mazlumları anlatır ama bir paragrafında bile “bu zulümler nasıl önlenebilir?” sorusunu sormaz!
Bu soruyu ve cevabını ‘devlet felsefesi’ halinde ortaya koyan, 18. yüzyılda Montesquieu oldu, yani kuvvetler ayrılığı… Bugün bütün gelişmiş ülkeler kuvvetler ayrılığına dayalı demokratik hukuk devletidir; o düzeyde artık başka türlü gelişme olamaz zaten.
Ak Parti’nin başarılı on yılı modern demokrasi yönündeydi… Yönetimin giderek şahsîleştiği ve otoritenin tek şahısta toplandığı son on yılı ise Türkiye bütün grafiklerde dünya ortalamasının gerisine düştü.
Tarihte Abdülhamid’in de Atatürk’ün de dönemleri ‘bugün’ değildi, dinamikler farklıydı. Tarihteki kavgaları bugün sürdürmek yerine, “laboratuvar gibi” bakarak dersler çıkarmak gerekiyor.
Tarih laboratuvarı gösteriyor ki, bugün, “orta gelir” tuzağını aşabilmenin tek yolu yüksek vasıflı eğitim, özerk ve rekabetçi üniversite, hür düşünceli insanlar toplumu ve hukukun üstünlüğüdür.
Hiçbir dava bundan değerli olamaz, hiçbir lider, hiçbir hamaset bu yolda olmadıkça ülkenin standartlarını yükseltemez.
Aklın sorusu bellidir: Ülkeyi “kim” (hangi tek kişi) yönetsin değil, ülke "nasıl" (otokrasi mi, demokrasi mi) yönetilsin?