Eski Diyanet İşleri Başkanı ve KURAMER (Kuran Araştırmaları Merkezi) Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu yeni çıkan ‘İslam’ı Doğru Anlıyor muyuz?’ kitabı üzerine Taha Akyol’un sorularını cevapladı.
Taliban dahil her cemaat ve grup kendi İslam anlayışını doğru sayıyor. Siz de “Kitapları yakılan İbn Hazm, tekfir edilen İbn Rüşd ve Arabi mi… Teymiye mi?..” diye örneklerle bu sorunu ortaya koyuyorsunuz. Bu sorunuzun cevabı nedir?
İslam dininin kaynağı Kur’an ve Sünnettir. Allah son dinini insanlığa vahyi olan Kur’an’la bildirmiş, Peygamberimiz Kur’an’ı açıklamış ve onun ilkelerinin hayata nasıl yansıtılabileceğini o günün koşulları içinde örneklendirmiştir. Ancak bugün Müslümanların önünde, inmeye devam eden bir vahiy ve yaşayan bir peygamber yok. “Mushaf” olarak bildiğimiz Kur’an metni ile Peygamberimizin 23 yıllık peygamberlik süresinde ortaya çıkan “hadisler” var. Artık Müslümanlara düşen ellerindeki bu iki kaynağı okumak ve anlamaktır; tikel örnek ve açıklamalardan ilkeler çıkarmak, Kur’an ve sünnetin vermek istediği mesajı kavramaktır. İşte tam burada devreye akıl ve yorum, anlama ve tefekkür girer. Bu olunca da farklı görüş ve yorumların, her bir bölge ve toplumda farklı anlayışların olması kaçınılmaz olur. Bu çok seslilik dinde risk ve bozulma değil, doğal bir durumdur, hatta zenginliktir. Din içi çoğulculuktan da korkmamak gerekir.
DİN-İÇİ ÇOĞULCULUK
Din-içi çoğulculuk diyorsunuz, bu ‘nifak’ olmaz mı?
Tarih boyunca Müslümanlar bunu zaten yaşadı. Önemli olan din içi çoğulculuğu nifak değil, zenginlik, rahmet olarak görebilmektir. Müslümanlar dinin uluhiyet, ahiret, nübüvvet, temel ibadetler ve haramlar gibi ana esaslarında zaten müttefiktir. Ama bunun dışında kalan ve form olarak dinin unsurları arasında bulunmayan sosyal hayat ve ilişkiler, ekonomik ve siyasal yapı, aile, kamusal hayat, eğitim gibi birçok alanda Müslümanlar kendi çağlarının gerçekliklerini, dinin ana ilkelerine bağlılık içinde yürüteceklerdir. Bunlarda farklı anlayışları doğal karşılamak gerekir. Yani, evrensel bir dine mensup olan Müslümanlar için bu çoğulculuk doğal bir durumdur. “Madem aynı kitaba ve peygambere inanıyoruz, öyleyse her Müslüman hayatı tek tip yaşamalıdır, dini aynı şekilde anlamalıdır” demek ya geleneğimizi hiç bilmemek ve körlüktür ya da bağnaz bir ideolojik tutumdur.
Bizim tarihimiz aynı ayeti veya hadisi farklı farklı anlayan, aynı olaydan farklı ilkeler üreten ilim insanlarıyla doludur. Biz içe kapanmadığımız ve özgüven sahibi olduğumuz dönemde dinin akide ve şeriat alanındaki birçok ana konusunu özgürce tartışabildik. Bu ilim ve tartışmalardan sonra din yok olmadı, aksine dini bilgi daha güçlenerek çıktı.
Bugün kendimizi merkeze alarak ve hakikat tekelciliği yapıyor, görüşüne katılmadığımız kişileri yok saymaya, İslam dairesinin dışına atmaya böylece Allah’ın dinini korumaya çalışıyoruz. Birisi İbn Arabi’yi, birisi İbn Teymiye’yi, birisi İbn Rüşd’ü dışlıyor. Bu hastalıklı bir tutumdur. Kendi görüşümüzü dinle özdeşleştiren bir kibirdir. Özgüven yoksunluğunun ve söylediklerimizin toplumda karşılığının olmamasının iç dünyamızda yarattığı hıncın adeta dışavurumudur.
KUR’AN, SÜNNET VE...
Bütün Müslümanlar Kur’an ve Sünnet diyor ama anlayışlar çok fraklı hatta zıt. Doğruları araştırırken çok önem verdiğiniz ‘yöntem’ nedir?
Burada belki de ilk yapılması gereken Müslümanlar arasındaki farklı din anlayışlarının ve bunların hayat tarzına dönüşmesinin hak-batıl, hidayet-dalalet, iman-küfür gibi akide/inanç ekseninde değil, isabetli-isabetsiz, doğru-yanlış gibi tanımlamalar üstüne kurulmuş eleştirel ve analitik bir yaklaşımla ele alınmasıdır. Allah’ın dediği ile kişisel görüşlerin birbirinden ayrı tutulması gerekir. Vardığımız bir görüşün de neticede subjektif ve zannî karakterde olacağını akıldan çıkarmamalıyız. Dinle ilgili konuları, kutsalı temsil eden din sahipliği edası içinde değil, ilmi müzakere usulüyle tartışmalı, her konuyu bir din-iman tartışmasına dönüştürmekten kaçınmalıyız.
İslam’da tek dinî otorite, ilahî vahyi alması cihetiyle Hz. Peygamberdir. Onun dışında din alimlerinin, hocaların, şeyhlerin ve devlet adamlarının dinî nitelikte bir otoriteye sahip olmadığını, İslam’ı anlamanın hiçbir zümre ve sınıfa tahsis edilemeyeceğini daima göz önünde tutmak zorundayız. Bu aynı dine inanan, aynı kıbleye yönelen ama bizden çok farklı düşünen kesimleri -kendi düşünce ve tercihimizin en doğrusu olduğuna inanma hakkımız baki kalarak- dinlemek ve ciddiye almak demektir. Daha doğrusu, geleneksel hoşgörü sınırlarımızı genişletmemiz ve hakikat tekelciliğinden vazgeçmemiz gerekiyor.
Allah dinini kıyamete kadar koruyacaktır. İslam hakkında konuşanlar, yazıp çizenler din muhafızlığına soyunmak ve insanların imanını, dindarlık derecesini ölçmek yerine Allah’ın son dinini daha iyi anlamak, önce kendi dindarlığını gözden geçirme ve koruma, sonra da diğerlerine iyi örnek olma yolunu seçseler ne iyi ederler.
TARİH VE TOPLUMSAL METOT
Tarih ve toplum şartlarını dikkate alma yöntemi eskiden de var mıydı?
Kur’an veya sünnette yer alan bir açıklamayı anlarken zaman ve toplum faktörünü göz önüne almak, yeni değil ta dört halifeden itibaren önem verilen bir husustur. Hz. Ebu Bekir Medine’de yeni oluşan devlete vergi (zekât) vermeyerek siyasi birliğe katılmak istemeyen Müslümanlarla savaş kararı almıştır. Çünkü Arap yarımadasının siyasi birliği önem taşıyordu. İslam’a karşı mesafeli duran kesimlerin gönlünü kazanmak için onlara devlet gelirlerinden pay verilmesi ayette geçtiği halde buna gerek görmemiştir. Hz. Ömer, artık ticari değer taşıdığı için -sünnette aksine uygulama olsa da- atlardan vergi (zekât) alınmasına, fethedilen Irak topraklarının yeni bir statüde olmasına karar vermiştir. Sahabe ve sonraki dönemde alimler zaman ve toplum şartları değiştikçe buna uygun yeni hükümler vermişlerdir. Ancak bu, dinin ana gövdesini teşkil eden inanç, ibadet ve temel haramlarda değil muamelat denilen alanda olmuştur. Yani sosyal ve ekonomik yapı, yönetim ve kamusal alan, diğer toplumlarla ilişkiler, belli ölçüde aile ve günlük hayatla ilgili konularda zaman ve toplumsal şartlar etkili olmuştur. Biz, ancak dini bildirimle bilinebilecek alanlardaki bilgilere “semiyyât” deriz. Uluhiyet ve tevhid, vahiy ve peygamberlik, ahiret gibi inanç esasları böyledir. Namaz, oruç gibi ibadetler böyledir. Domuz eti, içki, kumar, zina, adam öldürme gibi haramlar böyledir. Bunlarda zaman ve mekân faktörü olmaz. “Akliyyât” denilen, hayatın tabii akışı ve insanların içinde bulundukları şart ve imkanlar içinde şekillenen davranış kalıpları ve kuralları ise daha çok üst ahlakî değerler ve insanî erdemleri gerçekleştirmeleri yönüyle dinle ilişkilidir. Müslümanlar da onları bu yönüyle sürekli gözden geçirmek ve hayatla din arasında bağı sürdürmek zorundadır. Bu da ancak zaman ve toplum bilincini korumakla olur.
Bu konuda birkaç örnek verir misiniz?
Dini anlamada zaman ve toplum bilincinin önemsendiğinin belki de en çarpıcı örneğini İslam’ın Arap yarımadası dışına taşmasının akabinde “mevâlî” dediğimiz diğer kavim ve kültürlere mensup yani Arap kökenli olmayan Müslüman alimler arasında görürüz. Ebû Hanife başta olmak üzere Irak rey ekolü, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Endülüs’te gelişen dini düşünce zaman ve toplumsal şartlara göre dini metinlere yeni bakış açıları getirmişlerdir. Zaten bu çabalar olmasaydı dinin evrensel davetini anlamak ve anlatmak mümkün olmazdı; din dar bir kültürel çevrenin anlayış ve şartlarına hapsolmuş olurdu.
Bugün İslam uleması arasında zamanın ve toplumsal şartların değişimini görmezden gelmekte direnen, yok sayan, aradan geçen on küsur yüzyıla rağmen hala insanları eski dönemlerin şart ve kültürleri içinde yaşamaya zorlayan ve bunun dinin gereği olduğunu düşünenler hayli ağırlıktadır. Buna biraz da sürekli o dönemde yazılan kitaplarla haşir neşir olup yaşanan hayattan kopmamız ve böylece zihinleri tarihe kilitlememiz yol açıyor. Böyle yaparsak Müslümanlar açısından tarihin sonu gelmiş ve İslam’ın bugüne ve yarına dair bütün öngörü ve mesajını yok saymış oluruz.
Günümüzde İslâm’ı anlamaktan ve İslam dininin günümüze hitap etmesinden söz edeceksek, İslam’ı tarih ve toplum bilincini koruyarak anlamak zorundayız. Kur’an ve sünnet boşluğa hitap şeklinde gelmedi. İslam’ın insanlığa yaptığı hitabın tarihin ve toplumun akışı içerisinde neye tekabül ettiğini fark etmeliyiz. Konuya böyle baktığımızda da dinî hayatın sahabe dönemindeki biçimini sabit kalıplara sahip teorik ve ideolojik öğretilere dönüştürmek yerine, insanlık ve vahiy tarihinin akışı içerisinde, vahyin toplumla diyalektik ilişkisini göz önünde bulundurarak anlamak daha önemli hale gelmektedir. Toplumların sürekli bir değişim içinde olduğu gerçeğini kabullenmek ve bu değişime verilecek cevapları nasların anlam çerçevesi içinde aramak, bu çabanın hareket noktası olacaktır. Yorum tarihimizde rey ekolünün yapmaya çalıştığı da bu olmuştur.
CAN YAKICI SORUNLAR
Kitabınızda “Din alanında can yakan olumsuzluklar gözümüzün önünde cereyan ediyor ve hepimizi mahcup eden bir hal alıyor…” diyorsunuz. Neler bunlar?
Son ve mükemmel İslam dinine mensubuz. Derin ve zengin bir medeniyet geçmişimiz var. İslam ülkelerinin insan kaynağı da doğal zenginliği de azımsanmayacak ölçüde. Ne var ki bugün altmışa yakın İslam ülkesi huzur ve güven, adalet ve hukuk, insan hakları ve özgürlükler, insan onuru ve insana saygı, eğitim, bilim ve teknoloji, sosyal refah, çevre gibi birçok temel konuda ciddi sorunlarla boğuşuyor. Üstelik yüce dinimizi anlayış tarzımız, dini eğitim ve öğretimimiz bu sorunların üstesinden gelmede bize ciddi bir destek üretmiyor. Sağlıklı bir din-dünya dengesi kuramadık. Allah dünyada geçerli belli bir düzen ve sebep-sonuç ilişkisi içinde yürüyen kurallar yaratmıştır. Buna “sünnetullah” denir.
Allah bizden dünyayı kendi kuralları içinde, sebep-sonuç ilişkisini keşfederek yaşamamızı, dünyayı yaşarken de dinin gösterdiği rotada kalmamızı, dinin koyduğu sınırları aşmamamızı, ahiret hayatının da dünyada yapıp ettiklerimize bağlı olduğunu bildirdi. Kur’an, “Allah, içinizden iman edip salih amel yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, rızasına vesile kıldığının dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, korkularını bundan böyle güvenliğe çevirecektir.” buyurarak dünya egemenliğinin inanma ve yararlı iş (salih amel) işleme temeline dayandığını bildirir. Bir başka ayette Allah’ın “Yeryüzü salih amel yapan kullarıma kalacaktır” buyurduğu bildirilir. Salih amel, Allah’ın yeryüzü kurallarıyla ve diniyle uyumlu, insanlığın ortak hayrına işler demektir.
Din, dünya, akıl, düşünce, bilim, bunların hepsi Allah’ın yaratması ve lütfunun eseridir. Buna göre insan, dünyanın işleyişinde sebep-sonuç ilişkisinin cari olduğunu görüp bir davranışının sonuçlarını öngörebilecektir; insanın akıllı, iradeli, özgür ve davranışlarından sorumlu bir varlık olması bu demektir.
Yani, kendi yapmamız gereken işleri Allah’a havale edip fiillerimizin sonucunu ona yüklememiz ve bu suretle olup bitende bizim payımızın olmadığını ileri sürmemiz doğru olmaz. Kader, tevekkül, dua, irade ve özgürlük anlayışının da bu zemine oturması gerekir. Sebep-sonuç ilişkisini ve Sünnetullah’ı kavrayamamış bir İslam dünyasında bilim de dinî düşünce de gelişemez.
MÜSLÜMAN ÖRNEK OLMALI
Yani ‘tabiat kanunu’ gibi bir kavram mı?
Tabiatın da insan gibi fıtratı vardır. Kur’an, bu kainat kitabının özeti ve ilahî hikmet açısından tanımlanmasıdır. Dinin insana yönelik bildirimi de yine insan fıtratına metafizik bir aydınlatma getirmedir.
Müslüman elinden ve dilinden herkesin güvende olduğu kimse olmalıdır. Kendisi için istediğini kardeşi için de samimiyetle isteyebilmelidir. Müslüman, dünyada örnek ve gıbta edilen bir kişilik profili sergilemelidir. İnanarak ve yararlı iş yaparak dünyada “Allah’ın halifesi” olduğunu insanlığa göstermeli, etrafına barış ve esenlik saçmalıdır. Öyleyse, niye Allah’ın cennetini birbirimizden kıskanarak, birbirimizi sırat köprüsünden aşağıya atmaya çalışarak hayatımızı birbirimize zehir ediyoruz. Bu öfke niye ve kime? Yüce Yaratanı tanıyıp O’nun huzurunda hesap vereceğimize inanmamız, yani Allah ve ahiret inancımız izim bu dünyada daha ahlaklı, daha adaletli, daha merhametli olmamıza, özü-sözü bir dosdoğru insanlar olmamıza yol açmalı değil mi?