Tarihçi Prof. İhsan Süreyya Sırma Giresun Kitap Fuarına davet edildi, uçak biletleri gönderildi. Sonra “yerel siyasi dengeler” denilerek Hoca’nın fuara katılması iptal edildi. Giresun Belediyesi özür dileyici adımlar attıysa da Hoca, onurlu bir tavırla bunları reddetti.
Hoca’ya yapılan kaba, saygısız, nezaketsiz davranışı kınıyorum.
Bu vesileyle Prof. Sırma’nın 5 ciltlik “Müslümanların Tarihi” adlı kitabını, olumlu ve olumsuz gördüğüm yönleriyle irdelemek istiyorum. (Beyan Yayınları)
KILIÇLA BİAT
Prof. Sırma kalıplaşmış Sünni tarihçilikte önemli bir ‘çıkış’ yapmış, dört halife dönemine analitik bir gözle bakmıştır. Bunu önemli ve değerli buluyorum.
Prof. Sırma, Sünni tarihçiliğin “Hz. Ali haklı idi, Muaviye haksız değildi” şeklindeki kalıbını hatırlatarak şöyle yazıyor:
“Bizi bağışlasınlar ama bu söz mugalatadan, demagojiden başka bir şey değildir. Zira selef ulemasının tamamı Hz. Ali’yi haklı göstermektedir ve gerçekten de o haklıydı. Muaviye haksızdı…” (cilt III, s. 243)
Hatta olaylara dayanarak “o bir isyancı, o bir suçlu idi” diyor.
Muaviye’nin oğlu Yezid’e biat almak için şiddete başvurduğunu anlatıyor. Medine’de Peygamber geleneğine bağlı önde gelen Müslümanlardan Abdullah Bin Zübeyr, veliahd tayinine karşıdır: Çünkü Peygamber Efendimiz, Ebu Bekir ve Ömer kendisinden sonra kimin yönetici olacağını belirlememişler, bunu ‘şûra’ya bırakmışlardı.
Bu itiraz üzerine Muaviye eli kılıçlı adamlarını çağırarak diyor ki:
“Bu konuda bana karşı hanginiz bir söz söyleyecek olursa size verilecek cevaptan önce kılıçlar kellelerinizi uçuracak.” (Sf. 311)
Ve dışarıya çıkarak “Yezid’e biat ettiler” diye ilanat yapıyor!
Otoriter itaat kültürü Müslümanlarda böyle başladı...
NASIL DİYE SORMAK
Müslümanlar bin üç yüz senedir “kim?” haklıydı diye mezhep kavgaları yaptılar, hâlâ yapıyorlar.
Şiiliği yarın yazacağım.
Sorun, Müslümanların “kim?” diye kavga ederken, maalesef “nasıl?” diye düşünmemiş olmalarıdır.
Muaviye’nin usulleri Japon, Çin, Sasani, Bizans saraylarında da fazlasıyla geçerliydi.
Avrupa’da mezhep kavgaları çok daha kanlı olmuştu.
Bunlar dinden değil, insanların kollektif güç tutkusundan geliyordu.
Ama Avrupalılar 17. Asırdan itibaren “nasıl?” diye düşünmeye başladılar: İktidarın gücü “nasıl” sınırlanmalı ki istibdat yapamasın?
Bu “nasıl?” sorusundan devlet teorileri, tabii hukuk doktrini, kamu ve anayasa hukuku, kuvvetler ayrılığı ve temel haklar konusunda çok zengin fikirler ve müesseseler gelişti.
Fıkıhta ise iktidarın “nasıl” sınırlanacağı hiç ele alınmadı, itaat vurgulandı. Hayrettin Karaman’ın da yazdığı gibi, “fıkıhta kamu hukuku gelişmedi.”
Hatta devlet teorisi bile söz konusu olmadı, mesele hep “halife” olan kişinin âdil olması yolundaki ahlaki tavsiyeler olarak kaldı.
Bu konuda Prof. Kemal Gözler’in makalesi fevkalade önemlidir: http://www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku.htm
ZAMANIN DEĞİŞMESİ
Umuyorum ki, Hz. Ali ile Muaviye ihtilafına Sırma Hoca’nın getirdiği analitik bakış, Müslümanların artık meseleye “devlet, hukuk, kamu kurumları, kuvvetler ayrığı, özgürlükler” gibi esaslar açısından bakmalarına yol açsın.
Fakat Sırma Hoca’nın kendisi böyle bir düşünceden uzak. Mesela diyor ki:
“İlk halifelerin bu makama getirilişlerinde demokrasilerde karşılaşılan iğrenç oy cambazlıklarının hiçbiri yoktur.” (Sf. 265)
Evvela, Sırma Hoca’ya “ya ilk halifelerden sonra nasıldı?!” diye sorulabilir!
Daha önemlisi, “tarihî zamanları” karıştırmasıdır.
İslam toplumu Mekke-Medine eksenli dönemini aşarak karmaşık imparatorluklar haline gelirken hilafet sistemi yürümedi, saltanata dönüştü.
Demokrasi ise bilim devrimi, sanayi devrimi gibi olayların ortaya çıkardığı çok daha karmaşık toplumlarda eski krallık metotları yetersiz kaldığı için hukuk fikriyle birlikte gelişmeye başlayacaktı.
Muhterem Hocamız İslam tarihindeki felsefi akımları da suçluyor! Fakat hiçbir akademik referans göstermiyor!
Abdülhamid dönemini “tarihçi” gibi değil, bir destan gibi yazmış.
Zaten uzmanlık alanı Osmanlı tarihi değil. Osmanlı kurumlaşmasını ve modernleşmesini araştırmamış. Cevdet Paşa’yı bile incelememiş olması, bu önemli eksiğinin bir işaretidir.
Netice: Bırakınız konuşsunlar, yazsınlar… Karmaşık hakikat hiç birimizin tekelinde değil.
Büyük Namık Kemal’in dediği gibi “bârika-yı hakikat müsademe-i efkârdan çıkar”, başka da yolu yok.