Cumhurbaşkanı Erdoğan 19 yıllık iktidarında eğitim, kültür ve sanat alanlarının başarısız olduğunu defalarca söyledi.
Diğer alanlarda durum nedir, ayrı bir mesele.
Eğitim, kültür ve sanat alanlarındaki başarısızlığı dünyadaki gelişmelerle mukayese ederek mi söylüyor, yoksa “fikrî ve kültürel iktidarımızı” bu alanlarda kuramadığından yakınarak mı söylüyor?
İkincini kastettiği belli. Nitekim bu alanlarda “istediğimizi yapamadık” diyor.
Bir iktidar partisi kültür, eğitim, üniversite, sanat gibi alanlarda nasıl “iktidar” olur?!
‘TABANI DİRİ TUTMAK’
Rize’deki konuşmasında Erdoğan’ın sözleri şöyle:
“Ayasofya’dan başörtüsüne kadar her alanda süren bu mücadele hepimizi diri tuttu. Bugün pek çok sıkıntılı görüntü ile karşı karşıyayız. Demek ki bir yerlerde bir şeyler eksik. Önümüzdeki dönemde aileden kültür sanata bu konuları öncelikli gündemimize alacağız.”
Evet, türban yasağı tabanı “diri tutuyor”du. Kılıçdaroğlu’nun olumlu davranışı bu tartışmayı bitirdi. Erdoğan “tabanı diri tutmak” için yetmiş seksen yıl önceki baskıları hatırlatmaya devam etse de bu konudaki gerilimin düştüğü belli.
Şimdi tabanı “diri tutmak” için anayasa meselesi mi düşünülüyor?! Durup dururken “1921 anayasası” söylemi nereden çıktı?
21. Yüzyılda bile temel anayasal kavramlar üzerinde uzlaşamamış kavgalı bir toplum görüntüsü vermekten sakınmak gerekmiyor mu?
Değerler alanındaki ihtilaflar üzerinden siyaset yaparak tabanları karşılıklı bilemek mi, bu konuları özgürlük alanı kabul ederek birlikte yaşama kültürünü geliştirmek mi Türkiye için iyidir?
‘BİZDEN’ ÜNİVERSİTE
Yükseköğretimde “bizden” rektörler atamak üniversitelerde “iktidar” olmanın bir yolu gibi görülüyor.
Üniversite açmada Rusya’dan bile tam yüz elli yıl geride kalmış olan bu memlekette hâlâ üniversite siyasi güç çekişmelerine maruz kalmaktadır.
1933 Üniversite Reformuyla öğretim üyeleri siyaseten tasfiye edilmiş, özerklik kaldırıp Üniversite bakanlığa bağlanmıştı. Bunun yarattığı sorunlar konusunda Prof. Emre Dölen’in “Türkiye Üniversite Tarihi” adlı emsalsiz eserini önemle tavsiye ederim. (Cilt 4, s. 403 vd.)
Şimdi 21. Yüzyıldayız. Üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüklerin değerinin daha iyi görüldüğü bir çağdayız…
Ama “bizden” rektör atamak için YÖK kanununda iki defa KHK ile değişiklik yapıldı!
Liyakat gözetilmediği için “bilimsel yayını olmayan rektörler” diye bir sorunumuz var.
Prof. Dr. Engin Karadağ’ın araştırmasına göre, “68 üniversitenin başında bulunan rektörlerin hiçbir uluslararası makalesi yok! 71 rektörün ise uluslararası atıf alabilmiş tek bilimsel yayını yok!” (Karar, 10 Aralık 2019)
Böyle rektörler çok ihtişamlı binalar yapabilir ama öğretim üyelerine bilimsel araştırma ve yayın yapma konusunda örnek olabilir mi, rehber olabilir mi, denetleyici olabilir mi?
Şehir Üniversitesi siyaset için kapatılmadı mı?
AKADEMİK DEĞERLER
GPPI (Global Public Policy Istitute) adlı kuruluşun Mart 2020 araştırmasına göre, Türkiye, akademik özgürlükler değerlendirmesinde, 4 puan üzerinden, 2010 yılında 2.75 puanla kabul edilebilir bir düzeydeydi. Daha yukarısı artık dünya sıralamasına girmek demekti…
Fakat 2019 yılında Türk üniversitelerinin “akademik özgürlük” puanı kaça düştü, biliyor musunuz?
1’in bile altında, 0.097 puan!
Iran 0.116 puan!
İran’da uluslararası atıf indekslerine giren İran kökenli bilimsel yayınların son on yılda niye bizim önümüze geçtiğini bu noktada düşünmek gerekir.
Elbette akademik özgürlükler, özerklik gibi kavramlar sihirli deynek değil. Üniversitede her şeyin başı “akademik liyakat” olmalı.
Fakat rektörleri siyasetin ataması artık gelişmiş ülkelerde çoktan terk edilmiştir. Rektörleri siyaset atadığı zaman siyasi tercihler akademik kalitenin önüne geçiyor.
Rektörler belirli sayıda en nitelikli akademik kadroların belirleyeceği kıstaslara göre seçilmelidir.
Hülasa, derdimiz “gelişme ülke standartları” olmalıdır; bunun özeti de hukuk, özgürlük ve kalite olsa gerek.
Gerçek bir reform yapılacaksa, HSK’yı ve YÖK’ü siyasi müdahaleden arındırmak ilk yapılacak işlerden olmalı.