Yirmi yıllık iktidara yandaşlık veya husumet gözlüğüyle değil, objektif gözlemci olarak baktığımızda görünen şudur: Hem oylarında hem ekonomide yükseliş dönemi; kabaca on yıl… Sonra hem oylarında hem ekonomide iniş dönemi…
Parti ismi ve parti kurumu aynı, özellikle belirleyici siyasi aktör olarak lider aynı… Öyleyse bu yükseliş nedendi, bu iniş neden?
Cevap çok karmaşık ama çok kolay: Sebep yükselten politikalarla aşağı çeken politikaların çok farklı olmasıdır. “Faiz hayatın gerçeğidir” diyen politikayla “nas var nas” diyen politikanın aynı olduğunu kim söyleyebilir?
Hatta bu yirmi yılda parti kurumsal olarak aynı ama yapısal olarak değişti: Ekip yönetiminden tek adam yönetimine…
REFORM YILLARI
AK Parti merkez sağın çöktüğü, 28 Şubat’ın da toplumda büyük tepki doğurduğu bir ortamda liberal vurgular yapan ‘muhafazakâr demokrat’ bir parti olarak doğdu, yüzde 37 oyla iktidara geldi. Kemal Derviş’in reforme ettiği ekonomiyi devraldı, programı aynen uyguladı, ilaveten “Avrupa Birliği süreci”nin dinamizmini kattı.
Erdoğan, Avrupa Birliği’nin “Türkiye’nin siyasal, ekonomik, sosyal ve yasal standartlarını yükselten” bir süreç olduğunu söylüyordu. (2007 Seçim Bildirisi)
Kemal Derviş’ten devralınan reforme edilmiş kamu kurumları ve bağımsız Merkez Bankası devam ediyordu.
Abdullah Gül, Ali Babacan, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Yaşar Yakış gibi AB yönelişli ve reformist isimler görev başındaydı. Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin milli kanunlardan üstün olduğu yazılıyor, yeni Ceza Kanunu Avrupa standartlarına göre hazırlanıyordu…
Türkiye’nin dünya ekonomisindeki payı 2001 krizinde % 0.77’ye kadar düşmüştü, 2005 yılında % 1’in üstüne çıktı. Bu ivmeyle 2013 yılında % 1.23’e ulaştık… Ve iniş başladı.
‘TEK KİŞİLİK HÜKÜMET’
İnişin ilk siyasi işaretleri partide ‘dengeleyici’ isimlerin etkisizleştirilmesidir. Hatta Ak Parti, 2012 yılında, Gül’ün tekrar aday olmasını engelleyen bir kanun çıkarmış, bunu AYM iptal etmişti. (K: 2016/96)
2014’te Erdoğan’ın halk oyuyla cumhurbaşkanı seçilmesi, kendisinin de dediği gibi “sistemin fiilen değişmesi”ydi. Nisan 2017 referandumunda resmen CB sistemine geçilmesi en belirleyici dönüm noktasıdır.
3 Sayılı CB Kararnamesiyle Merkez Bankası’nın bağımsızlığın kaldırılması ve bütün yüksek kamu görevleri için Cumhurbaşkanına sürece sınırsız atama yetkisinin vermesi, yeni sistemin özetidir: Mehmet Uçum’un deyişiyle “tek kişilik hükümet.”
Artık Avrupa Birliği “Haçlı ittifakı”dır, faiz de “enflasyonun sebebi”dir!
Grafiklerin aşağıya doğru gitmesi hızlanmıştır. Dünya ekonomisindeki payımız, yüzde 1.23’ten 2021 yılında % 0.86’ya inmiştir! 1980 yılındaki seviyemiz de buydu!
‘Şunu yaptık, bunu yaptık’ doğru da, dünya daha fazlasını ve rasyonelini yapmış: 1980 yılında dünya ekonomisi 11.2 trilyon dolardı, 2020 yılında 84.5 trilyon dolara çıkmıştı, bizim payımız 1980 seviyesine inmişti.
LABORATUVAR GİBİ
İktidarın yirmi yılına analitik gözle, laboratuvar gibi bakarsak eğrisi de doğrusu da görülüyor.
İktidarın her zaman kötü yönettiğini ya da her zaman iyi yönettiğini söyleyenler var. Gelişmiş demokrasilerde de partilerine her şart altında sadık seçmen kitleleri vardır. Ama, rasyonel düşünerek, verilere bakarak, mukayeseler yaparak değerlendiren ve ona göre davranan geniş bir seçmen kitlesi de var. Liderin veya partinin peşine takılmamış, ideolojiyle şartlanmamış seçmen kitlesi… Gelişmiş demokrasilerde onlar hakemlik yapıyor, rasyonelliği güçlü tutuyorlar.
Trump’a önce kurumlar ve yargı direndi, sonra bu seçmen kitlesi onu gönderdi.
İktisat ilminin ve demokrasinin adeta ‘ana rahmi’ olan İngiltere’de Muhafazakar Başbakan Liz Truss ‘heterodoks’ politikalar uygulamaya kalktı, İngiliz lirası değer kaybetmeye başladı, kendi partisinden gelen tepkiler karşısında istifa etmek zorunda kaldı…
Bizimkiler Londra’ya gidip ‘heterodoks’ politikalarını anlatarak sermaye getirmeye çalışıyorlar ama inanan yok tabii.
Netice: AK Parti’nin yirmi yılı gösteriyor ki, bağımsız rasyonel düşünce, modern iktisat, liyakatli kurumlar ve hukukun üstünlüğü gelişmiş ülke olmanın ön şartıdır. ‘Gerisi hep angarya.’