Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, yeni çıkan kitabı dolayısıyla Taha Akyol’un sorularını cevapladı.
İmanın şartı 6, İslam’ın şartı 5. Bin senedir kitaplarımız bu şemayla yazıldı ama hiçbirinde ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî ödevlere ilişkin yüzlerce ayet var.
Asırlar gösterdi ki eski akılla yeni dünyayı yönetmek imkânsız. Toplumu yöneten kurallar canlı olmalı. Kurallar geçmişte donup kalırsa işlevini kaybeder.
Din âlimlerimiz ana kaynaklardaki fikriyata hiçbir yenilik katmadı. Bugün bile İslam şeriatına göre köleliğin meşru sayılması gerektiğini düşünenler çoğunlukta.
Müslümanların yapması gereken akıl ve bilime mesafeli duruşu bırakıp, Batı’nın başaramadığı bilim ile din ve ahlak arasındaki o mutlu ilişkiyi kurmaları.
İmanın şartı altı, İslam’ın şartı beş... Bin senedir fıkıh ve akaid kitaplarımız ulemanın oluşturduğu bu şemaya göre yazıldı. Ama bu on bir maddenin hiçbirinde ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî ödev ve erdemlerin Müslümanlığın olmazsa olmazları olduğuna ilişkin yüzlerce ayet var.
İlim geleneğimizde fıkıh dondurulmuştur... Asırlar gösterdi ki, eski akılla yeni dünyayı yönetmek imkânsızdır. Öyleyse hayatı düzenleyen, toplumu yöneten kurallar da canlı olmalıdır. Kurallar geçmişte donup kalırsa, er veya geç işlevini kaybeder. Nitekim öyle de oldu.
En büyük sorumlu, eski ve yeni din âlimlerimizdir. Ana kaynaklardaki fikriyata hiçbir yenilik katmadılar. Bugün bile İslam şeriatına göre köleliğin meşru sayılması gerektiğini düşünenler, keza “insan hakları” kavramının önemine aklı yatmayanlar çoğunluktadır.
Kitabınız ‘Din ve Değişim’ adını taşıyor. Dinî konuları ele aldığınız kitabınızda ‘değişim’i neden önemsiyorsunuz?
Çünkü Rabbimiz “halleri değiştiren”dir; değişim “âdetullah”tır; O’nun sürekli yaratıcılığının tezahürüdür. İslam düşüncesinde Allah için “kendisi hareket etmeyen hareket ettirici” denir ki, “kendisi değişmeden her şeyi sürekli değiştiren” demektir. Buna göre dünya da biz de değişiyoruz. Önemli olan değişimi yönetmek, değişimin nesnesi değil öznesi olmaktır. Peygamberimiz ve ilk Müslüman nesiller özne oldular; hem kendilerini hem dünyayı değiştirdiler.
Allah ve O’nun ilkeleri değişmez; ilkelerin değişen zamana, tarihe, insana, topluma bakan tarafı ise sürekli değişir ve bizi değiştirir. Bunun bilincinde olursak, değişimin öznesi biz olacağımız için sorunlara hem ilâhî ilkeye hem de kendi talep ve ihtiyacımıza uygun çözümler üretiriz. Değişimi reddedersek yine değişiriz ama bu kez değişimin nesnesi olacağımız için değişimi yönetenlerin iradesine göre değiştiriliriz.
220 yıl önce Fransızlar Mısır’ı işgal ettiğinde Napolyon’un Mısır için açıkladığı değişim ile bugün Macron’un “Fransız İslam’ı” derken kastettiği değişim mahiyetçe aynıdır ve bunun nedeni o günkü Osmanlı Mısır’ının da bugünkü Müslüman dünyanın da kendi değişimini ve yenileşmesini kendisinin yapmamış olmasıdır.
‘FIKIH MERKEZLİ’ İSLAM
2. Kitabınızda “ahlâkî özü boşalmış fıkıh merkezli Müslümanlık” kavramı var. Ne demek bu?
Çocukluğumuzdan beri hepimize “İmanın şartı altı, İslam’ın şartı beş” diye öğretildi. Aşağı yukarı bin senedir fıkıh ve akaid kitaplarımız da ulemanın oluşturduğu bu şemaya göre yazıldı. Ama bu on bir maddenin hiçbirinde ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî ödevlerin ve erdemlerin Müslümanlığın olmazsa olmazları olduğuna ilişkin yüzlerce ayet var.
Peygamberimiz birçok hadisinde mümin, Müslüman ve dindar tanımlarının içine ahlakı da almıştır. Mesela “Sizin en iyilerininiz ahlakı en güzel olanlarınızdır”; “İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olandır” der; üç defa yemin ederek “Komşusuna güven vermeyen insan mümin değildir” buyurur.
Demek ki, Kur’an ve hadislerdeki Müslümanlık ahlak merkezli, toplumların zihinlerini inşa eden ulemanın yazdığı kitaplarındaki Müslümanlık ise fıkıh merkezlidir.
ŞER’Î HİLE VE FAİZ
3. Fıkıhtaki “hiyel” (hileler) anlayışını, bunun yarattığı toplumsal kültürü bize anlatır mısınız?
TDVİslâm Ansiklopedisi’nin “HİYEL” maddesinde Prof. Dr. Saffet Köse bu kavramı şöyle tanımlamış: “Şekil bakımından hukuka uygun bir işlemi vasıta kılarak yasaklanmış bir sonucu elde etmek amacıyla yapılan muamele anlamında fıkıh terimi.” Bu açıkça “kanuna karşı hile” ya da “kanunu arkadan dolanma”dır.
Ancak hiyel kültürü bir sıkışmanın sonucudur. Çünkü ilim geleneğimizde fıkıh dondurulmuştur; hayat ve toplum ise canlıdır, sürekli değişir. Asırlar gösterdi ki, eski akılla yeni dünyayı yönetmek imkânsızdır. Öyleyse hayatı düzenleyen, toplumu yöneten kurallar da canlı olmalıdır. Yoksa hayat değişirken kurallar geçmişte donup kalır, er veya geç işlevini kaybeder. Nitekim öyle de oldu.
Hiyel konusunda asıl problem şurada: Fıkıhta –Mecelle’nin “Ezmânın tegayyürü ile ahkâm tegayyür eder” şeklinde formüle ettiği gerçekçi bir ilke benimsenmiştir. Fakat diğer taraftan “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” şartının son derece katı uygulanışıyla bu ilke büyük ölçüde işlevsiz kılınmıştır. Fıkıhtaki bu kapanmışlık hem hukuki çözüme ihtiyacı olanları hem de onların sorunlarını çözme konumunda olanları, çoğu ahlâkî olmayan hileler aramaya mecbur bırakmıştır.
Günümüzde de aynı durum sürmektedir. Söz gelimi “faizsiz” finans kurumlarında uygulanan sistem, –Kur’an’daki “riba” yasağının hikmeti, maksadı, gerekçesi, hangi şartlarda ne tür uygulamalar için konulduğu, modern ekonomiyle ilişkisi değerlendirilmeden- benimsenmiş olan mutlak faiz yasağını delmek için üretilmiş zorunlu bir hiledir.
‘AHLAKÎ DİNDARLIK’
4. Kitabınızda “ahlâkî dindarlık” kavramını savunuyorsunuz. Nasıl tanımlarsınız?
Din, nihayetinde insan içindir. İnsanlar arası ilişkiler ancak adalet, dürüstlük, nezaket, hoşgörü, saygı-sevgi, dayanışma gibi pek çok ahlâkî ilke ve kuralların işlerliği ile sağlıklı ve huzurlu yürütülür. O nedenle Kur’an Allah’a iman ve ibadet ile ahlak arasında ayırım yapmaz.
Mesela İsrâ suresi 22-39. ayetlerde sıralanan ödevlerden ikisi iman ve ibadetle, on ikisi ahlakla ilgilidir. Peygamberimiz, “Ben ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim”; “Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe Müslüman olamazsınız” buyurur. Bunlar ahlaksız dindarlığın olamayacağının açık kanıtlarındandır.
‘FORMEL DİNDARLIK’
5. Müslümanlık anlayışının “kılık kıyafete, formel ibadetlere, bazen de siyasi aidiyetlere indirgeyen zihniyeti” eleştiriyorsunuz. Açar mısınız?
Öncelikle belirteyim ki, başka din ve kültürlere mensup insanlar gibi Müslüman erkek ve kadınların da dış kimlikleriyle kendilerini özgürce ifade etmeleri hem dinî hem insanî haklarıdır. Onlara bu hakları tanımamak Kur’an’ın açık beyanlarına, Müslümanların tarihî uygulamalarına ve insanlık değerlerine aykırıdır.
Benim eleştirdiğim tutum, dini, kılık kıyafete, formel ibadetlere, siyasi aidiyetlere indirgeyip bunlarla sınırlamaktır. Bu yanlış geçmişte yapıldı, bugün de sıklıkla yapılmaktadır. Oysa asıl dindarlık özde, kalpte, ruhtadır. Şekil ve görünüşteki dindarlık özle ve kalple uyuştuğu ölçüde anlamlı olur.
Kur’an’da kılık kıyafete ilişkin birkaç ayet var. Haccın dışındaki ibadetlerin şekline dair ayetler de azdır. Buna karşılık özümüzün, ruhumuzun imarına, ahlakımızın zenginleştirilmesine dair yüzlerce ayet var. Buna rağmen geçmişten günümüze genel eğitimiz de din eğitimimiz de ahlakı ihmal ettiği için ciddi derecede kusurlu ve sorun kanağıdır.
İNSAN HAKLARI?
6. Peygamberimizin Veda Hutbesi’ni bir insan hakları bildirisi olarak niteliyorsunuz. Tarihteki Müslümanlar niye bir “insan hakları” düşüncesi geliştirmediler? Kölelik karşıtı bir İslâmî akım bile olmadı tarihte.
Elbette ki bugün anladığımız içeriğiyle “insan hakları” modern bir kavramdır. Bu anlamdaki insan haklarına ilişkin belgelerin tarihi dünyada da üç asırdan daha geriye gitmez. Diğer önemli bir husus da şudur: İslam tarihinin hiçbir döneminde, Batı kapitalizminin yüzlerce yıllık tarihinde olduğu gibi kölelik ekonomik bir kurum, köleler de ekonomik birer meta olmamıştır.
İslam’ın ana kaynaklarında modern bir insan hakları belgesine kaynak ve referans oluşturacak yeterlilikte ilkelerin bulunduğu muhakkaktır. Bu kavramların başlıcalarını içeren sistematik ilk İslâmî belgenin Peygamberimizin “Veda Hutbesi” olduğu söylenebilir.
Kitabımda hutbenin içeriğinin kısa bir analizi bulunmaktadır. Şu kadarını belirteyim ki, çağdaş insan hakları belgelerinde olduğu gibi Veda Hutbesinde de en güçlü vurgu insanların ontolojik eşitliği ve doğal hakları üzerinedir.
BAŞ SORUMLU ULEMA
Aslında Kur’an’ın ilk gelen surelerine ve Hz. Peygamber’in ilk faaliyetlerine bakarsak İslâm’ın –o dönem şartlarında- bir insan hakları hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat İslam toplumlarının, böyle bir düşünce ve hareketten bir insan hakları düşüncesi geliştirmek şöyle dursun, insan haklarının en çok değersizleştiği şimdiki anlayışa gelmelerinin en büyük sorumlusu, toplumları aydınlatmakla görevli olan eski ve yeni din âlimlerimizdir.
Ulema, realiteye kapalı zihniyetleri nedeniyle ana kaynaklardaki fikriyata hiçbir yenilik katmadılar. Bugün bile İslam şeriatına göre köleliğin meşru sayılması gerektiğini düşünenler, keza “insan hakları” kavramının önemine aklı yatmayanlar çoğunluktadır. İslam ülkelerindeki şiddet, iç savaşlar, sığınmacı dramları, kadın cinayetleri, despotik yönetimler vb. sorunların ana nedeni, kendilerini “peygamberlerin vârisleri” sayan âlimlerimizin Peygamber’in yolundan ve fikriyatından sapmalarıdır.
MEDRESE NOSTALJİSİ
7. Çağımızda “medrese nostaljisini” eleştiriyorsunuz. Medrese nasıldı?
Medrese denilince daha çok, 11. yüzyılda Abbasiler döneminde vezir Nizâmülmülk’ün açtığı Nizâmiye medreseleri hatırlanır. Bu medreseler, katılığıyla bildiğimiz Şâfiîlik ve Eş‘arîlik anlayışını güçlendirmek için kurulmuş, yenilik karşıtı geleneksel zihniyetin öncüsü olmuştur.
Aynı katılık, yenilik karşıtlığı, ilmî ve fikrî gerilik, Osmanlı medreseleriyle İslam dünyasındaki benzerlerinin hâkim karakteri olarak günümüze kadar devam etmiştir. Halen birçok İslam ülkesinde yaşanan geri kalmışlık, hoşgörüsüzlük ve sair kronik sorunların başta gelen yapısal nedeni, sözünü ettiğim ulema zihniyetince medreselerde verilen geleneksel din eğitimi ve öğretimidir.
TÜRKİYE’NİN YENİ SINIFI
8. “Türkiye’nin yeni sınıfı” diyorsunuz? Nedir bu?
Son 10-15 senedir bazı “İslâmî” kesimlerce İslâm, Müslüman, dindarlık gibi kutsalla ilişkili kavramların giderek “ötekiler” karşısında “Müslümanlar”a dünyevi fırsatlar sağlamanın aracı haline getirildiğini gösteren gelişmeler var; toplumda bu yönde oluşan ve giderek yaygınlaşan bir kanaat var.
İslâm’ın böyle sınıfçı ve ideolojik bir anlayışla temsili, Yüce Allah’ın bütün kullarını kucaklayan dinimizin özündeki ahlâkî ruhu öldürür. Kendilerini dindar bilen çevrelerin bu hususta nefis muhasebesi yapmalarını, böyle bir olumsuz gelişme varsa bundan en büyük zararı yüce dinimizin göreceğini ve bunun vebalinin çok ağır olduğunu derin derin düşünmelerini dilerim.
DİN VE BİLİM
9. Kitabınızın bir bölüm “Akıl ve bilim çağında din” başlığını taşıyor. Bunu nasıl anlayalım?
Modern Batıdan gördük ki, dini hesaba katmayan bilim belki insanlığın bir bölümüne konforlu bir hayat getirdi ama hayal kırıklıkları da yaşattı ve yaşatıyor. Şu korona salgını sürecinde bilimde ileri zengin ülkelerin aşı konusunda ne kadar bencil davrandıklarını dehşetle izliyoruz.
DSÖ Genel Direktörü bu ilkelliği, “Aşı milliyetçiliği hepimizi incitiyor ve kendi kendimizi mahvediyor” sözleriyle kınamış. Şu günlerde İspanya’daki olaylarda görüldüğü gibi, kendi içlerindeki en küçük bir haksızlık karşısında kıyameti koparan Batılı toplumların, konu yüzyıllarca sömürdükleri yoksul toplumlar olunca tepkisiz kalmaları insanlık için utanç vericidir.
Fakat bu bir bilim sorunu değil, kültür sorunudur. Müslümanların yapması gereken, şimdiye kadar bilim konusunda sergiledikleri, büyük zararlara mal olan akıl ve bilime mesafeli duruşu bırakıp, Batının başaramadığı bilim ile din ve ahlak arasındaki o mutlu ilişkiyi kurmalarıdır. “Âlemlere rahmet” olarak gönderilen Peygamber’in yolunda olmanın gereği budur.
DİNAMİK DİNDARLIK?
10. “Dinamik dindarlık” diyorsunuz. Nasıl bir dindarlıktır bu?
“Dinamik dindarlık”tan kastım, “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuran Peygamberimizin anladığı ve yaşadığı dindarlıktır. Yani imkânlarımız elverdiği ölçüde kendimizi, çevremizi, toplumumuzu, mümkünse insanlığı ve tabiatı geliştirici, dönüştürücü; ahlakta, ruhta ve maddede zenginleştirici dindarlıktır, dinamik dindarlık.
Vaktiyle Müslümanların kurdukları büyük medeniyetin arkasında böyle bir dinamik dindarlık ruhu vardı. Medreselerin henüz oluşmadığı dönemde ve sonraki asırlarda Peygamberimizin “Hikmet müminin yitik malıdır” anlamındaki vecizesini kendilerine rehber edinerek aklın ve dinin irşadıyla kendi felsefe ve bilimlerini oluşturan Müslümanlar, daha çok Müslüman Endülüs’te (İspanya’da) Arapçadan Latinceye yapılan çevirilerle Batıda bilim ve felsefenin gelişmesine öncülük etmişlerdir. İşte bu süreci başlatan, kaybettiğimiz ruhtur, “dinamik dindarlık”tan kastım.