Türkiye İdlib’de Esat saldırısıyla 34 şehit verdik. Gencecik askerlerimiz “gök ekini biçer gibi” toprağa düştü, anaların yüreği yandı…
Allah rahmet eylesin.
Olay stratejik olarak da çok büyüktür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 31 Ocak’tan beri yaptığı konuşmalarda Esat birliklerinin Türk gözlem noktalarının gerisine çekilmeleri için 29 Şubat gecesine kadar mehil verdiğini ısrarla söylüyordu. Hatta “gerekirse ölmeyi göze aldık” diyordu. (15 Şubat)
Bu konuşmaların caydırıcı olması beklenirken, 27 Şubat gecesi, Esat’ın hava kuvvetleri İdlib’de 34 askerimizi şehit etti.
Rusya, Erdoğan’ın verdiği mehil dolmadan 48 saat önceki bu saldırıyla, belli ki, gözdağı vermek istemişti.
Putin Erdoğan’la görüşmeyi de ancak bu saldırıdan sonra kabul etti!
‘STRATEJİK ORTAK’
Rusya ile ilişkilerin iyi komşuluk ve dostluk kavramlarının ötesinde, “eksen kayması” ve “stratejik ortaklık” boyutlarına çıkarılmasının artık tam bir muhasebesi yapılmalıdır.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun şu sözleri, Ankara’nın Rusya ile ilişkilere nasıl tozpembe baktığını yansıtmaktadır:
“Liderlerimiz sık sık bir araya geliyorlar. Bu yakın iş birliği ve dostluk bazı kişileri de kıskandırmıyor da değil… Rusya bizim için stratejik bir ortaktır… Bizim işbirliğimiz Kafkaslar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyadadır.” (Sputnik, 24 Ağustos 2018)
Burada “kıskanma” sözüyle Batı ima ediliyordu!
Fakat İdlib’de Rusya karşımıza çıkınca, Putin’le görüşürken Merkel ve Macron’u yanımıza almak isteyecektik, Kremlin bunu reddedecekti.
33 askerimiz şehit edilince, ilk refleksimiz NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’i aramak olacaktı.
RUSYA’NIN REFLEKSLERİ
Rusya’nın reflekslerini anlamak için, uçak krizi sırasında Putin’in sözlerini unutmamak gerekir:
“Türkiye, Suriye’nin hava sahasını sürekli ihlal etti. Şimdi isterse bunu yeniden yapsın. Suriye’de artık hava savunma sistemi var. Rusya, uçağı düşürüldükten sonra bölgeden geri çekilecek bir ülke değil.” (Sputnik, 17 Aralık 2015)
Putin’in sözlerinde “hava savunma sistemi” ve “geri çekilecek ülke değil” sözleri stratejik ipuçlarıdır.
İdlib’de de karşımıza çıkan bu iki faktör değil mi?
Putin iktidara geldiğinden beri daima “sert kuvvet” yoluyla politika yaptı: Ukrayna, Kırım, Gürcistan ve Suriye…
Hiçbir önemli olayda hiçbir insani hassasiyeti görülmedi.
Göçmenlerin korkunç acılarını hiçe sayıyor. Birkaç bin tanecik göçmeni de biz alalım, yahut mali katkıda bulunalım gibi bir sözünü duydunuz mu?
RUSYA VE NATO
Murat Yetkin NATO’dan Türkiye’ye Patriot bataryalarının yerleştirilmesi, hatta “Akdeniz’deki 6’ıncı Filoya ait (biri halen Karadeniz’de bulunan iki füzeatar gemiyi ve Rusya’nın hava savunma sistemini karartabilecek kapasitede gelişmiş elektronik harp sistemlerinin” devreye sokulabileceğini yazdı. (YetkinReport, 29 Şubat)
Bunlar tamamen savunma amaçlı…
Putin ise “gelişmiş elektronik harp ve füze sistemleriyle donatılmış iki Rus savaş gemisini” Doğu Akdeniz’e gitmek üzere Boğazlardan geçirdi…
Yine “sert güç” tutkusu…
Öteden beri yazdığım gibi, Rusya karşısında Batı’dan uzaklaşarak Rusya’yı “stratejik ortak” sanmak yanlıştı.
Bir S-400 olayı, bütün sürecin sembolize etmektedir.
Batı’yı “kıskandıran” S-400’lere 2.5 milyar dolar ödüyoruz ama neye yaradı?!
Strateji uzmanı Sinan Ülgen’e göre, s-400’ler yüzünden elimize alamadığımız F-35’ler elimizde olsaydı, Rusya’nın Suriye’deki hava kontrolünü aşmak ve
27 Şubat felaketini önlemek, hatta caydırıcılık kazanmak mümkün olurdu. (28 Şubat)
TÜRKİYE YENİDEN…
Bu satırlar yazılırken, Erdoğan’ın 29 Şubat gecesine kadar verdiği mehil dolduğunda Ankara’nın ne yapacağı tabii bilinmiyordu.
Mevzii hareketler olabilir ama Kremlin tarafından Erdoğan-Putin görüşmesinin 5 veya 6 Mart’ta gerçekleşeceği açıklandığına göre, “Esat güçlerini püskürtme” anlamında bir büyük harekatın başlayacağını sanmam.
Şimdi İdlib krizinin ulaştığı boyutlar ve Rusya’nın tehditkar yüzünün ortaya çıkması, Türkiye’nin Batıyla ilişkilerini eski doğal kulvarına yöneltmek için imkanlar ortaya çıkarıyor.
Göçmenler için bu kadar fedakarlık yapan Türkiye’nin yeni göçmen facialarına sebep gösterilmekten sakınması şarttır; ahlaken de siyaseten de şarttır!
Özellikle Avrupa ile ilişkilerimizi yeniden 2000-2010 arasındaki pozitif ortama yöneltmeliyiz.
Bu tabii içeride demokrasi ve hukuk yolunda gerçek adımlar atılmasını gerektirir.