“Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle değiştirin, eğer yapamıyorsanız dilinizle değiştirin ve yapamıyorsanız kalbinizle nefret edin, bu da imanın en zayıfıdır.” Hz. Muhammed.
“Protesto” 19. yüzyılın ortalarından beri “kitlelerin şikâyetlerini dile getirmeleri ve görmek istedikleri değişimleri ortaya koyması için yapılagelen bir eylemdir ve bu şekliyle hukuki bir ün ve zemin kazanmıştır.
Yazının ve konunun içerisine direk nüfuz etme maksatlı olarak 28 Şubat yasakları ve devamında, başörtüler için eğitim hakkının, kamuda çalışmanın engellenmesi sebebiyle yaptığımız protestoları hatırladım. Şahsım adına o direnişler, adil olmayan zamanı geçirebilmek adına bir varoluş biçimiydi. Engelleyemediğimiz fakat karşısında durabildiğimiz bu süreç, ben ve benim gibi binlerce hakkı çiğnenen bireyin öz hakkıydı. O zamanlar ve devamında bu duruşta bulunan her vatandaş için protesto, iyiliği emretmenin, kötülüğü yasaklamanın bir biçimiydi. Hepimiz, bugünkü iktidarın her bir ferdi protesto yaptık, tenkit ettik, her şeye rağmen haklarımızı savunmaya kalkıştık. Bizler de o zaman muktedirler için “haddi aşmış” bir topluluk olarak tanımlanmıştık. Fakat ideallerimiz ve inancımızın gerekliliği buydu. Bilirdik ki adalet adına konuşmak İslam'ın temel ilkesiydi.
Evet, 28 Şubat süreci, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal tarihinde derin izler bırakmış bir dönemi temsil etti ve bu izler protestolar sayesinde oluştu. Liderlik ve eleştiriye açıklık arasındaki hassas dengeyi hepimiz sorguladık ve sorgulattık. Toplumsal bir uyanışın ilk nüveleri atıldı.
Askeri vesayetle şekillenen düzenin topluma dayatıldığı bu dönemde, özellikle başörtüsü yasağına karşı yükselen tepkiler zaman içerisinde halkın özgürlük arayışını ve eleştiri hakkını güçlü bir şekilde ortaya koydu. Dönemin karar alıcıları, eleştirileri bastırmayı ve kendi otoritelerini mutlaklaştırmayı tercih ediyordu. Liderliğin eleştiriye açık olmasının ne denli hayati bir değer olduğunu göz ardı ettiler. 28 Şubat protestoları, yalnızca bir hak arayışı değil, aynı zamanda liderlik kavramının demokratik ve katılımcı bir zeminde yeniden tanımlanması gerektiğini hatırlatan bir toplumsal başkaldırı oldu.
Tarih boyunca da filozoflar, liderler, siyasetçiler, şairler protestoyu, eleştiriyi toplumların kendisini geliştirmesi için bir araç olarak gördü. Sokrates bu uğurda; insanları sorgulamaya teşvik ettiği için mahkûm edildi, ancak bu tutumuyla hala daha fikirleri modern düşüncenin temel taşlarından birisi olarak kabul görüyor. “Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez” derken, eleştirinin, karşı çıkışın bir bireyin ve toplumun gelişimi için ne kadar gerekli olduğunu biliyordu.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı konuşması sırasında “Gemiler Gazze'ye bomba taşıyor” sloganıyla protesto yapan dokuz kişi tutuklandı. Haliyle bu tutuklama hiç kimsenin, en iktidar sevdalısının dahi kalbinde ve zihninde karşılığı olmayan bir hamle oldu. Devamında da bu garip süreç ülkede “protesto hakkının” kullanımına dair tartışmaları yeniden alevlendirdi.
İddialar, bu kişilerin Cumhurbaşkanına hakaret ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet suçlarından tutuklandığı yönünde. Ancak protestoda dile getirilen ifadelerde doğrudan ve şahsa karşı yapılmış bir hakaret ben göremedim, muhtemelen hiç kimse göremedi. Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor; “Halkın yöneticilerini eleştirme hakkı hangi sınırlar içinde kalmalı ve bu sınır, demokratik bir toplumda ne kadar geniş olmalı?”
Şahsen bir vatandaş olarak bu kadar uzun süren bir iktidardan sonra devletin en üst kademesinden bir babacanlık, bir şefkat beklerim. O protestoların hemen akabinde “Gelin evladım buraya, bakın bu söyledikleriniz yanlış, işin aslı böyle böyle” denmesini beklerim. Ki bu insanlar el an dünyanın en büyük soykırımına karşı bir duyarlılık için uğraşan insanlar. Ne kadar kötü olabilirler veyahut yaptıkları nasıl tutukluluk kararı gerektirir?
Bu sertleşmeyi, bu devletin kutsallarına, iktidarın yüceliğine zinhar laf dahi edilemez katılığını artık her konuşmada, her eylemde görüyoruz. Öyle bir duvar örülüyor ki çağrıştırılan devletin şefkatli bağrı değil, tuğlalardan örülmüş duvarlı yüzü… Bu hazin bir durumdur.
İbn Haldun bir devletin yükselişi ve çöküşünü analiz ederken, baskıcı yönetimlerin eleştiriye tahammülsüzlüğünü çöküşün bir nedeni olarak gösterir. Ona göre, liderlerin halkla bağlarını koparması, devletin kendi halkından yabancılaşması bir toplumun sosyal dokusunu zayıflatır.
Hem gerçek liderlik vasfı, yalnızca otoriteyi elinde bulundurmakla değil, aynı zamanda eleştiriyi bir erdem olarak kucaklamakla anlam kazanmaz mı? Eleştiriye açık bir lider, kendi kusurlarının farkına vararak kemalat yolculuğunu sürdürmez mi? Şayet böyle bir tutum sergilense yalnızca liderin bireysel olgunluğunu değil, aynı zamanda yönettiği topluluğun özgür düşünceye olan inancını da alkışlarız. Kimse gücünden bir değer kaybetmez, şayet haklıysa haklılığından da…
Tıpkı Platon'un “Filozof kral” idealinde bahsettiği gibi… “Eleştiri, liderin kendi kör noktalarını aydınlatan bir fenerdir; çünkü hiçbir zihin, kendi sınırlarını kendi başına aşamaz. Bu bağlamda, eleştiriye açık olmak, liderin hem kendisine hem de topluluğuna olan sorumluluğunun bir tezahürüdür ve onu despotluktan ayıran ince çizginin üzerinde tutar.”
Sarı yelekler protestolarında Macron’un, Yeni Zelanda'nın eski başbakanı Jacinda Ardern’in pandemi sürecinde uğraştığı protestolar, Merkel’in mülteci politikalarıyla alakalı protestolara maruz kalması, Justin Tredeau’nun iklim krizi nedeniyle uğradığı protestolar… Tüm bu liderler halklarıyla direkt iletişim kurma ve sorunu bir de onların ağzından dinleme yoluyla çözmeye çalıştığı konular oldu. Kötü mü oldu? Olmadı.
Biz ise protesto nedir unuttuk. Her protesto rahatsız olunan konuya değil direkt otoriteye bir başkaldırı olarak değerlendiriliyor artık. Bundan daha vahim bir sonuç olamaz.
“Filistin’e sevkiyatı durdurun” demek bir hakaret ve suç olamaz. Ancak aksi ispatlanabilecek, ispatlanması gereken bir argüman olur. Biz de bunu bekliyoruz yüce devletimizin yüceliğinden, tutukluluk kararları değil. Aksi durumda şu düşünce hepimizin ruhunu sarar;
“Filistin için ağlamak serbest, konuşmak yasak…”