Yıllardan 2010 senesiydi. Sivil direnişin sivil direniş olduğu, Türkiye’nin kısmen daha yüksek bir ifade zenginliğinin olduğu dönemlerdi.
İsrail de her zamanki İsrail’di. Uzun süredir ambargo altına alarak abluka uyguladığı Gazze halkı köşeye sıkışmış ve yine acılar içerisinde yaşayan çaresiz bir halktı.
Bu yaşanan insani drama dikkat çekmek için İHH İnsani Yardım Vakfı, Free Gaza Movement ve Viva Palestina’nın da aralarında bulunduğu uluslararası insani yardım kuruluşları ortak bir yardım kampanyası düzenledi. Bu kampanyaya yaşanan insani krize sessiz kalamayan sayısız sivil toplum kuruluşu ve aktivist de destek verdi.
Toplanan tüm yardımlar Defne Y, Gazze 1 ve Mavi Marmara gemilerine yüklenerek 22 Mayıs 2010’da İstanbul’dan yola çıktı. Gemi yerli ve yabancı 50’ye yakın gazeteci, 32 farklı ülkeden katılmış aktivistlerle birlikte toplam 560 yolcuyla Akdeniz’e açıldı.
30 Mayıs 2010’da Gazze’ye doğru hareket eden Mavi Marmara gemisi aynı gece İsrail ordusu tarafından telsizle tehdit almaya başladı. Filoda bulunan gemilere havadan ve denizden taciz ateşi açıldı.
Saldırıda 9 Türk yardım gönüllüsü hayatını kaybetti, 50’den fazla gönüllü ise yaralandı. 19 yaşındaki aktivist Furkan başından ve göğsünden vurularak öldürüldü…
Acı dolu hatıra üzerinden 14 sene geçti. Sonrasında da çok sular aktı. İsrail şehit ailelerine tazminat verir gibi yaptı, oysa miktar olarak muadil davalara bakıldığında bağıştan hallice meblağlardı. Zaten belirlenen tutum, Obama eşliğindeki sahte özür dilemeler, davaların geri çekilmesi… Hiçbiri şehit ailelerinin aklında ve kalbinde makes bulmadı. Giden gittiğiyle, şehit aileleri acıları ve yalnızlığıyla kaldı…
Bu acı saldırıdan 1 ay sonra Fethullah Gülen (3 Haziran 2010) Amerika’nın önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a röportaj verdi. “Organizatörlerin İsrail’in onayı olmadan hareket etmesi otoriteye baş kaldırıdır, izin alınmalıydı.” açıklamasıyla kendisiyle ilgili kodları da en net anlamıyla faş ediyordu. “İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemenin faydalı sonuçlar doğurmayacağını” da sözlerine ekleyerek röportaja başka fecaat açıklamalarla devam eden Fethullah Gülen, kendi cemaatine bağlı bir kuruluşun da Gazze’ye yardımn götürmek istediğini, ancak otoriteden izin alamadığı için gerçekleştiremediğini de sözlerine ekliyordu.
Zihniyetin en reziliyle o zamanlarda muhatap olmuştuk. Ben de aynı zaman diliminde yaptığı densizlik üzerine bir yazı yazmış, kendisini canhıraş savunan, adanmış üyelerinin söylemlerine karşı de facto açıklamalar yapmıştım.
Faydalarını dini emellerine alet ederek sağlayan bir gruplaşma hakkındaki belirlenecek çizgiyi oldukça netleştirecek, ziyan açıklamalardı bunlar. Diğer yaptıkları da öyleydi, kodları en başından fark eden fazlaca insan vardı. Ki zaten bu insanlar da bu yapının zamanla gadrine uğradı. Hem de hiç gözlerinin yaşına bakılmadan, acınmadan iftiraya, haksızlıklara maruz kaldı…
Bu kadar net bir turnusol olamaz aslında. Böyle bir acı yaşanırken derdi ne şehit olan o kadar insan, ne de Gazze’de abluka altında sefil olan o kadar Müslüman ne de o çaresizlere ulaşacak yardım olmayan birisi ancak başka emellere haiz bir insandır. Öyleydi de… Derdi sadece İsrail otoritesinin kutsanması olan bir zavallılıktı, ki bu kutsamanın amacı da kendi çıkarlarıydı.
Örgütün hikayesi boyunca bu iyi geçinme, diyalog safsatası tüm hakkını aramaya memur Müslümanları uyutarak, yedirilmeye çalışılan bir zokaydı. İsrail’i otorite olarak tanıma fikri de kendi uşaklığının bir tesciliydi… Bu zoka öyle bir şeydir ki ucunda fayda sağlayacağı sanılır fakat ağza geçirildiği an insanı hem kukla yapar hem de ağır ağır öldürür. Böyle bir kancadır zoka…
Zamanla başımıza neler geldiği hepimizin malumu. Oysa İsrail o zaman da İsrail’di. Bizim bu büyük, işlediği insanlık suçlarıyla yargılandığı davalarından vazgeçtiğimiz, zamanla normalleştiğimiz, ticareti artan hızla devam ettirdiğimiz, hatta kırmızı halılarla karşıladığımız, al gülüm ver gülüm İsrail yani…
Oysa…
Allah kitabında küffara karşı iyi geçinmek için iki şart koyuyordu. (Mümtehine, 8): 1- Size karşı savaşmıyorlarsa, 2 – Sizi yurtlarınızdan sürmüyorlarsa. Bu çaresiz halkın yurtlarında sürgün durumda olmaları dahi savunulmayı “justify” etmez miydi? Kuran’da cemaatlerinin anlayışına göre sündüremeyecekleri katı ve net ayetler vardı. Sündürdüler, Kutsalı, kitabı, her şeyi kendilerine alet ettiler.
Şimdi şu günümüze baktığımızda Mustafa Öztürk Hoca’nın şu sözleri daha da anlamlı hale geliyor…
“Gülen Cemaati bugün için belki “öldü”, ama bilmeliyiz ki ruhu istikametten çok “keramete meraklı diğer bütün cemaat ve dergâhlarda ve onların “Gassâl elinde meyyit” olmaya can atan müntesipleri arasında kol geziyor.
Dürüstçe ter dökerek kazanıp, haysiyetle başı dik gezmek yerine kanatlı hayvan gibi havalarda uçmanın hayaliyle eteğine yapışacak mürşit arayan bunca miskinin bulunduğu yerde, “The Cemaat” gider, “Another Cemaat” gelir.
Tıpkı Kurosawa’nın Rashomon’u gibi… Öykü aynı, sahneler farklı…